22 Aralık 2009 Salı

LÂL


“Lâl oldum!
Lâl oldum!
Ya rabb!
Lâl oldum kendime
Lâl oldum içime
Lâl olmuş dillerin ardında
İhanetin eskitemediği bir umut vardır”

Murat Çelik

Koca bir adam gövdesi sallandı, o an dünya sarsıldı. Dengesini kaybetti. Ne kadar olduğu kestirilemeyen bir süre, andan uzun dalgalandı zamanın iki ucunda. Bir anın içinde dünya zamanını kaybetti.

Çığlıklar atmak, cevabını duymadan devamını sormak, tükürmek, içinde biriken irini dışarı atmak istedi bedeni. Gözleri açıldı. Dudakları atıldı. Kulakları açtı bütün yollarını, geleceklere.

Tükürmek istedi gözleri gördüklerine, ama tam yerlerinden çıkacakken, atılıp gözlerin isteklerini yerine getirmek istedi aşığı olan dudaklar. İmkansızlığından olsa gerek, gözleri buseleri ile yakmanın hayalini kurardı onlar. Her hayalin sonu ölümdü oysa onun yolunda; onulmazlığından, dokunulmazlığından. Fakat felaket karşısında dudaklar da gördü, aşk yolunda ölüm, cahil bir çocuğun düşüydü. Gerisin geri içeri çekilip, dişlere batırdılar kendilerini sonunda, intihar ettiler. Ölmek kolay değildi; kurtuldular ama kana boğdular her yeri. Ağzı kanı tattı; içine küstü, geçit vermedi kimseye o andan sonra. Elleri kurtarmaya çalışırken ağzını, gözlerle karşılaştı. Saklamaya çalışsa da kendini, olanların suçunu üstlenip, içe döndü gözleri.

Bağırmaya başladı kulakları, boğuldu akabinde, olanlar karşısında ne yapacağını bilememenin aczi ile sustu sonra. Susup pus oldu. Safralar akıttı gözler, kan kustu kulaklar, koparılmış bir dille salyalara boğuldu ağız. Sonunda akıtacak safra, kusacak kan kalmadığında, dil öbür yarısına bağlandığında, birbirlerine dönüp baktılar yeniden; hiçbiri eski o değildi. Kıvrımları, dokuları değişmiş, haritaları el değiştirmişti.

Her ses zerresini alıp yakalayacak, yakalayıp mananın içine atacak, kudretli bilge oldu kulak.

En uzak mesafeyi görecek, görüp okuyacak, okuduğunu yansıtacak, evliyalığa erdi göz.

En ateşli hastalık anlarında bile kıvrılıp kalacak, sabırla bakacak, izleyecek, dinleyecek, tadını alacak, bir peygamber oldu dil.

Birbirlerine dönüp baktılar yeniden; hiçbiri eski o değildi. Kıvrımları, dokuları değişmiş haritaları el değiştirmişti.

Acılarına sarılmayı, sarılıp kıymetini bilmeyi öğrenmişlerdi; zira hayat acıları unutturacak acılara gebeydi.

Koca bir adam gövdesi sallandı, o an dünya sarsıldı. Denge bozuldu, irinler kaynadı, kanlar fokurdadı yeniden, ama bu sefer hiçbiri yerinden kalkmadı.

Koca bir adam gövdesi sallandı; küçücük bir kız çocuğu, kocaman ellerinde veda etti saflığına, adamın.

Tek tek yoldu saçlarını, özenle, tek bir tel kalmayana dek.

Tek tek yoldu kaşlarını, özenle, dişi olduğu göze gelmeyene dek.

Sonra, elini attı iki bacağının arasındaki o derin kuytuya; doğurganlığını yoldu tırnaklarıyla. Çekip çıkarttı rahmini. Elinde suçlu suçlu duran et parçasına baktı. Sustu. Doğuramadığı çocuklarının niyetine bağrına bastı rahmini.

Koca bir adam gövdesi sallandı, dünya sessiz kaldı...

Ay Kadını'08

20 Aralık 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR-8

ARALIK KAÇIP GİDERKEN

Soğuklar iyice bastırdı, sokaklarda uzun süre kalamaz olunca, en iyisi ya güzel bir DVD ve battaniye, ya da sinema, sergi, tiyatro arasından seçim yapmak.

Sinemalarda bu hafta gösterime giren, James Cameron’ın bilimkurgu filmi “Avatar” bu sene bir çok ödülü topalayacağa benziyor. Kurgudaki bütünlük, oyuncuların performansları , makyajlar ve çekimler görsel bir şölendi. Bu tarzdaki filmlerin büyük handikaplarından olan, yanlış makyaj ve sahne montajlarında arka plandaki kaymalar, filmde bulunmamakla birlikte; Pandora (İnsanların ele geçirmeye çalıştığı başka bir dünya) ormanındaki canlıların görsel bütünlüğü harikaydı. Film, bilim insanlarının, insanların ve Pandora’daki canlıların DNA’larını birleştirerek oluşturdukları avatarlara, zihin gücü ile hükmederek Pandora’da ki hayatı keşfetmeye çalışmaları ile başlıyor. Araştırmaya destek veren askeri ve ticari kesimin ise Pandora’daki paha biçilemez madenin peşinde olması ile işler birbirine giriyor ve araştırmacıların Pandora’daki hayatları ile gerçek hayatları birbirine karışıyor. Filmdeki ince düşünce taşları da ayrıca hoşuma gitti; Pandora’yı “başka bir dünyadan” gelerek istila eden gücün başındaki Albay, istilaya karşılık savunma için yapılan saldırıyı terör olarak adlandırıyor; Avatar Jake Sully’nin Ewya’ya ettiği duada yardım isterken, burayı gök insanlarının istila edeceği ve sonunda buraya akın akın gök insanın geleceğini, burayı da yok edeceklerini, yeşili kalmayan dünyaya benzeteceklerini söylemesi; cımbızladığım kısımlardan sadece ikisi.

Sabancı Müzesinde 19 Kasımda başlayan ve 28 Şubata kadar açık olacak olan “Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk” sergisini ziyaret edelim dedik geçen hafta. Bir Sabancı Müzesi hayal kırıklığını daha eklemiş olup sepetime, yoluma devam ettim serginin sonunda. Müzeden çıktığınızda “Nam-ı Diğer Aşk”ın tek anlamı İstanbul ve Venedik’in çağrışımından olsa gerek diyorsunuz, ya da yürek şeklinde çizilmiş bir Vedenik haritasından. Açıklamalardaki noktalama hataları, bir duvarda okuduğunuz cümlenin yarısını diğer duvarda bulmanız, sergilenenlerin yanlış ışıklandırıldığı için, tam ortasındaki parıltıdan göremediğiniz kısımlarını saymazsanız belki bir sergi gezdiğinizin farkına varabilirsiniz.

Sonunda yer bulmayı başarabildiğim “Sokrates’in Son Gecesi” oyununun, oyuncularının rahatsızlanması ile iptal edilmesi, seçitiğimiz oyun yerine, tiyatro kapısına kadar gitmişken payımıza düşeni izlememize neden oldu; payımıza düşen "Kral Dairesi"ydi. Oyunda, İstanbul’da bir otelde 3 ayrı çifte kiralanan bir kral dairesi ve yaşananlar anlatılmaya çalışılmış. Dialoğun pek az bulunduğu, oyuncuların çoğu maskeli olduğu için mimik göremediğimiz oyunun konusu da pek çekici gelmeyince, sonuç ilk kez, bir tiyatro oyununu zaman kaybı olarak görmem oldu diyebilirim.

Candan Erçetin’in yeni albümü “Kırık Kalpler Durağında” geçen hafta piyasaya çıktı. Albümde birbirinden güzel parçalar var, ama içlerinde öyle bir parça var ki, Candan Erçetin’i tebrik etmemek elde değil; albümdeki “Ninni” parçası. Şarkıyı benimle paylaşan arkadaşımın da söylediği üzere, şarkı “Türkiye’nin kısa bir tarihi” sanki. Dinlemenizi tavsiye ederim.

Aralık kaçıp gidiyor, yeni bir yıla girmemize az kaldı. Bir gün dönümü hayatımızda ne kadar fark yaratır; savaşlar azalır mı, açlık-evsizlik-AIDS sorunları çözülür mü, yoksa o gün döndükten sonra açıklanan yeni bilançolarla iyice artar mı bu sorunlar? Dünyayı kenara atalım kişisel hayatımızda bir şey değiştirir mi? Bir gün dönümü, daha güvenilir insanlar, daha ahlaklı bir iş ortamı, dürüst bir aşk getirir mi bize? Bilmiyorum ama umarım bu kadar kötü şeyin içinde “yalnız ruhlarımızı” beslememiz için daha güzel filmler, yazılar, oyunlar, sergiler çıkarır önümüze...

Gün dönümünüzün hayatınızı değiştirmesi dileğiyle.

Güzel pazarlar,

Tuğba Makina.

6 Aralık 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -7

MIŞ MIŞTA MİŞ MİŞ

Son günlerde sigorta şirketlerinin reklamlarını takip eder oldum. Özellikle, bir sigorta şirketinin radyo reklamına takılmış vaziyetteyim; reklamda arkadaki ses “mış mışta miş miş” diye başlayıp ihmal edilen şeyleri sayıyor. Bir başka sigorta reklamında ise “kaza geliyorum demez” cümlesine atfen, kaza geleceği yere haber veriyor; reklam dizisinin birinde, arabasını park eden bir bayan, arabasının başında duran beye, arabasını birazdan boydan boya çizeceğini söylüyor.

Seçimlerde DTP meclise girdiğinde, “şimdi gelip haritanızı boydan boya çizeceğiz” dedi; eş başkanlığa oturan zât (!) ve kuyrukları, bayraklarını ve kurucularını ilan edip, savundular; “bu ülkenin askeri, terör örgütüne karşı savaşırsa kan akmaya devam eder” dediler; kaza geliyor diye borazan çaldılar; dediler de dediler. Aşırı dinci-Radikal sağcı dedikleri kimileri “mış mışta miş miş, yanlış yönlendiriliyorsunuz, demiyorlar öyle bir şey, takip etmeyin bunları size ileten kaka yayın organlarını” dediler; şövanist davrandı kimileri “mış mışta miş miş, bu ülke daha bitmedi” dedi; sözde aydınlar katillerini haklı çıkartmaya kalktı; “ordumuz var” dedi bir kesim, onu da “her yere kona kona” ekarte etti birileri; Millet ile Milliyet birbirine karıştı. Kaza geliyorum dedi, politik-(h)acılar “amannn!” dedi, “yanlış anlıyorsunuz o öyle olmadı”. George Orwell’in hayvan çiftliğini okurken, çiftliğin domuzlarının her seferinde değiştirdikleri geçmişi ve çiftlik kurallarını gülerek okuyanlara, halimizi düşünerek bir daha okumalarını tavsiye ederim; domuzlara, koyunlara, atlara dikkat ederek, hepsine ülkemizden roller biçerek. Kaza geliyorum der, politika bir tragedya değildir.

Özgürlükler ülkesi İsviçre referandumla camilere minare yapılmasını yasaklıyor*; AB durumun karşısında hoşgörüsüzlük diyor, Amerika kınıyor. İnsan hakkı, özgürlüklere saygı, hoş görü bir tek bizim gibi barbar (!) üçüncü dünya ülkelerini yontmak için gerekli olan alet edevat. Bizde yine “mış mışta miş miş” deniyor, önemli bir sürü işimiz var çünkü; İran’dan şu Uranyum ihalesini hâmimiz Obama desteği ile bir alırsak sırtımız yere gelmez , sonraaa Afganistan’a asker lazım, geri adım atıp “başkasının teröristine” karşı savaşırsak tamamlanacak kare, kendi teröristimize açılım yapmak için yollar aramak lazım... Ermenistan sınırını da kaynattık araya, ama 2009 başlarından bu yana vize muafiyeti anlaşmalarımız devam ediyor, dünyaya açılıyoruz (!). Boş verin gitsin bir şey yoktur olamaz altında zaten, maksat siyasi dialog(!).

Kaza geliyorum der mi hiç…

İyi uykular dilerim.

Tuğba Makina.

(*Fatih Akın, İsviçre'de minare yasaklayan referandum sonucundan dolayı bu ülkede gösterime girecek filminin galasına katılmayacağını açıkladı. )

ARALIK’(T)A(N) BAKMAK

Kasım ayı Ekim kadar olmasada hareketli geçti. Kitap fuarı inanılmaz bir kalabalığa ev sahipliği yaptı, o kadarki bazı yayın evlerinin standlarına yaklaşmak dahi mümkün değildi. Yan salonları dolduran kalabalığa karşın aynı dönemde, aynı alanda yer alan Sanat Fuarı oldukça zayıf bir ziyaretçi kitlesine sahipti. Her sene yapılan şarap ve pasta ikramlarının bu sene olmamasından mı kaynaklanıyor, diye düşünmekten kendimi alamadım açıkçası.

Sinemalar , yayın organları aksini iddia etse de, “kuru gürültü” ile bir çok film sürüldü önümüze son zamanda. Beklenen film (reklamı bu şekilde yapıldı) 2012’nin kötü bir efekt gösterisi olduğunu düşünüyorum. Görüntülerdeki sunilik, senaryonun boşluklarının ve saçmalıklarının yanında sözü edilesi bile değil. Twilight/Alacakaranlık’ın ikinci filmi olan New Moon/Yeni Ay filmi, birinci filminin ve filmin yakışıklılarının (hangi yakışıklı demeyin bilmiyorum :) ) ekmeğini yiyecektir; ama iyi bir gişe, iyi bir film anlamına gelmiyor ne yazık ki. Filmde, kırda ağır çekim esas kız ve esas oğlanın koşma sahnesi mi istersiniz, yoksa duygusallığa bulanmış lise dönemi gençlik dizileri tadında ki yakınlaşıp-uzaklaşmalarla dolu sahneler mi, hepsini bulmak mümkün; azda olsa başarılı tarafları da var hakkını yememek gerek, vampirlerin dövüş sahneleri ve makyajlar başarılıydı bence. Dönemimizin yüksek tirajlı sanatsal aktivitelerinin kilit noktası: “Pazarlamanın zaferi”, hayal kırıklığına uğrattı herkesi. Sinemada olmasada, 2008 yapımı 2 trajedi filmi var ki, bence izlenmesi gereken filmlerden: “ The Burning Plain” ve “Seven Pounds”. The Burning Plain/ Aşk Ateşi, iyi bir kurgu ve Charlize Theron ile Kim Basinger’ın harika performansları ile kusursuz hale gelen bir film; filmde farklı zamanlardaki olaylar arasında geçişler de oldukça başarılı. Filmin konusu, Sylvia’nın annesi ve Carlos’un babasının bir karavanda sevişirken yanmaları sonucu hayatlarının trajik bir şekilde değişmesidir. Seven Pounds/Yedi Yaşam: Will Smith’in başrolünü oynadığı film, bir trafik kazası sonucu hayatını adeta diyet olarak ödeyen Ben Thomas’ın hikayesini anlatıyor. Kurgusu ve oyunculukları başarılı bir film.

Tiyatrolarda yer bulmak neredeyse imkansız hale geldi, Devlet ve şehir tiyatrolarında istediğiniz oyunu izleyebilmek için biletlerin satışa çıktığı haftayı yakalamanız gerekiyor. Benim Kasım ayı tiyatro seçkim, "Rita'nın Şarkısı"ydı;Willy Russel'ın yazdığı oyunda, Çetin Tekindor , Tülay Günal oynuyor ve Işıl Kasapoğlu yönetmenlik yapıyor; sonuç, oyun tadından yenmiyor. Açık üniversiteye Hoca olan Dr. Frank ve hem zeki hem de zıpçıktı öğrencisi Rita’nın diyalogları içinde izlemeyene, anlatılamayacak kadar çok eğlence ve düşünce taşları var. Bu arada, benim bir dahaki biletim sonunda yer bulmayı başarabildiğim Sokratesin Son Gecesi’ne ; gözüme kestirdiğim bir diğer oyun ise Şehir Tiyatrolarında oynanan Shakespeare’in “CORIOLANUS” adlı oyunu.

Farid Farjad, nâm-ı diğer “Kemanı Ağlatan Adam” bu sezon ikinci kez Ankara-İzmir-İstanbul turnesinde. Turnenin İstanbul ayağı 11 Aralık’ta.

Piyasaya çıkalı epey oldu, çıktığından beri de keyifle dinliyorum ama elimde Mesnevi varken tadı başka olduğundan sanırım, sizinle de paylaşmak istedim bu keyfi. Mercan Dede'nin Mevlana'nın doğumunun 800. yılı için yaptığı (2007de) "800" albümü, yine Mercan Dede tadında mistik melodilerle örülü ve yine seçtiği sesler bazı şarkılarda ona eşlik etmiş. Halen "Nefes" albümünün bendeki yeri farklı olsada, bu albümün lezzetini de seviyorum; benim albümdeki favorim "Mercanistan" parçası, keyifli dinleyişler dilerim.

23 Kasımda başlayan Marc Chagall - Yaşam ve Aşk sergisi 24 Ocak’a kadar Pera müzesinde olacak.

Aksanat ve İşSanat’ın Aralık ayı programları oldukça dolu ve başarılı. Her zamanki gibi Aksanat seminerlere ağırlık verirken, İşSanat’ta konserler ön planda. AkSanat’ta kaçırılmaması gereken “Doğan Yaşat - Modernist Romanın Sınırlarında Okumalar” seminerler dizisi 10-26 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecekken; İşSanat’ta 7 Aralık günü Müşfik Kenter, Orhan Veli şiirlerini dillendirecek. Unutmadan İşSanat konserlerinde erken rezervasyonlara indirim var.

Soğuklar geldi, bir battaniyeye sarılarak ya da bir omza gömülerek DVD izlemek en garantilisi olsada, şehrin ritmini de kaçırmamak lazım. Yeni bir yıl kapıda, “Aralık”tan bakıyoruz şimdi ona, yeni başlangıçların herkese hoşça gelmesi dileğiyle…

Tuğba Makina - Aralık'09

10 Kasım 2009 Salı

FOTOĞRAF ALBÜMÜ

Titreyen bir aynada yüzüme bakıyorum; hastalıklı bir ten, unutulmakla hatırlanmak arasında bir yerlerde sıkışmış bir geçmiş, ara sıra yüzümün tam olarak neresinde kendine yer bulduğunu anlayamadığım garip bir tebessüm ve her daim ağlayacakmış gibi duran ama hiç ağlayamayan gözlerim.

Geçen yıllar neler aldı bıraktıkları için? Bulması pek de kolay olmuyor aslında. İnsan gelenleri kolay saysa da gideni öyle kolay kolay telaffuz edemiyor. Hayatta muhasebe bir türlü tutmuyor; işin açığı, bilerek tutturulmuyor. Bir şeyler oturuyor düşüncelerin eteğine, tam da her şeyi anlatacakken; ne söyleyebiliyorsun o sıra ne de susabiliyorsun. Bu sırada insan “araf”ın neden varolduğunu anlıyor kelimeler arasında.

Herkes 365 günde bir yaş yaşlanmıyor. Bunu anladığında birkaç yaş birden yaşlanıyorsun. Anlamamak en iyisi sanırım.

Ölümlerin sırasının büyükten küçüğe doğru, doğrusal bir tarih anlayışıyla sıralanmadığını gördüğünde, zamanın gerçekten izafi olduğunu ispatlıyor aslında hayat kendi içinde.
Her baktığını, önüne dizilen yargılar yüzünden göremediğin yıllar geçip de, her baktığını gördüğün görüp de hiçbirine şaşırmadığın yıllar geldikçe anlıyorsun yaşamayı ve görmek mi daha iyi her şeyi yoksa görmemek mi cevabını veremiyorsun.

Sonunda, her kareyi sabitlemeyi seçip her daim gezerken fotoğraf galerilerini birileri, bazıları da her kareden bir galeri yapıp mecbur kalmadıkça gezmemeye özen gösteriyor. Yaşadıkça çekilecek fotoğraflar var çünkü.

Aynalar titrer de fotoğraflar titremez mi ellerinde insanın...

En net fotoğraflar ölümlerde çekilirken, acıda alınırken en yakın poz; en flu fotoğraflar düğünlerde çekilip en uzak poz oradan alınır hayatta. Ve insanoğlu gerçek yüzünü göstermemek için diğer insanoğullarına, en flu fotoğraflarından yapar albümleri aslında.

Ay Kadını - An (2008-2009)

Desteğini hiçbir zaman esirgemeyen arkadaşım Emre Küçükoğlu'na teşekkür ederim.

(Fotoğraf: Erdal Kınacı-Bir Teselli)

31 Ekim 2009 Cumartesi

HAFTADAN SONA KALANLAR -6

ŞEHR-İ ŞEHİRDE SON TEŞRİN KEYFİ

Ekim bitti, sonunda elimizde bolca yağmur ve üşümek kaldı, yalnız ruhlarla.

Paulo Coelho’nun yeni kitabı tam da zamanında raflarda ‘Kazanan Yalnızdır’; kazanmanın getirdiği yalnızlığı ve ödediğimiz bedeli anlatıyormuş kitap; benim kitap listeme girdi bile.

Takip edebilenler bilirler, Ekim oldukça hareketli geçti. Aksanat’ın düzenlediği Caz festivalinin ve İKSV’nin düzenlediği Film Ekimi’nin biletleri günler öncesinden tükenmişti.

Caz festivali kapsamında iki kez Babylon’un kapısında kaldığımı itiraf ediyorum, ama İlhan Erşahin’i Bahçeşehir Üniversitesinde verdiği konserde yakalamayı başardım. Müziklerinin yanı sıra oldukça keyifli bir kişilik İlhan Erşahin; bozuk Türkçesi, yaptığı espriler, saksafonu eline aldığında farklı bir boyuta geçmesi ile herkesi bir kez daha memnun etti. Ayrıca grup arkadaşları Alp Ersönmez, Turgut Alp Bekoğlu ve İzzet Kızıl’ın performansları da takdire şâyândı; tüm ekip resmen oyun oynadılar ellerindekilerle.

Film Ekimi’nde gidebildiğim filmlerde gördüğüm kadarıyla tüm koltuklar doluydu, festival havası sevenler çoğalıyor kentte ve bu bilet bulamamama neden olmasına rağmen, beni çok mutlu ediyor.

Kasım, Ekim’in boynunu bükecek olsada çok da hareketsiz sayılmayacak diye düşünüyorum.

Bugün 28. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı başladı, 8 Kasıma kadar sürecek. Fuar alanında eşzamanlı olarak 19. Sanat Fuarı’da yerini alıyor, fuarın en keyif aldığım alanlarından olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; burada sanatçılarla birlikte eserlerini görme imkanı bulabilirsiniz.

9 Kasım , “Cazın Ustaları: Hank Jones Trio” konseri ile 91 yaşındaki Cazcı Hank Jones İş Sanat Kültür Merkezinde olacak. 14 Kasımda ise Ayhan Sicimoğlu Ghetto’da Latin parçalarını cana getirecek, Biletix etkinlik tanıtımı kısmında etkinliği çok güzel bir şekilde dile getirmiş: “Ağustos böceklerinin mecburen birer karıncaya dönüştüğü bu günlerde Sicimoğlu enerjisini depolamak için biletinizi şimdiden almanızı tavsiye ederiz. Ekibin 2009-2010 sezonu için hazırladığı repertuarın tadını çıkarın, çok eğlenin ve karakola düşecekseniz de fazla eğlenmekten düşün.”.

Devlet ve Şehir tiyatrolarında birçok yeni oyun var. Bahar yüzünü kışa dönerken tiyatro kaçınılmaz şehr-i şehr’de…

Ve geçen hafta çok güzel bir olay gerçekleşti, Sevgili Alper Kul’un parçaları satışa çıktı. Piyanonun neler yapabileceğini, bir karakteri/olayı nasıl formlandıracağını görebilirsiniz parçalarında; dinlemenizi tavsiye ederim. Şu an satışta olan parçaları, Doğu'daki Türk Kadını’nın yaşadığı sorunları anlatan bir belgesel için yaptığı parçalardan oluşuyor. Bunun yanı sıra myspace sayfasında diğer parçalarını dinleme imkânınız da var. Müzikleri alabileceğiniz ve dinleyebileceğiniz alanlar Facebook Shop sayfası , Myspace sayfası ve sitesi www.alperkul.com (siteyi de incelemenizi öneririm).

Güzel bir Kasım olsun hepimize, “kazanan” ruhlarımızı sonbahar kurutmadan, yakalayalım şehrin ritmini…

Tuğba Makina-31 Ekim'09

AKORTSUZ

1980ler hatta 1990ların Amerikası, zenciler filmlerde başrol almaya başlar ve toplum içinde çok iyi yerlere gelebildikleri “göze sokulmaya” çalışılır; günah çıkartma, aktif göstererek pasifize etmek, alet etmek… Neresinden ele alırsanız alın, neticede iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum şahsen. Toplumumuzdaki, öne çıkartılmadan-öne atılan bayanları, özellikle de basında, bu duruma benzetiyorum. Habertürk’te yeni bir program başlamış Sınırsız… Cuma akşam denk geldim, program konusu itibari ile ilgi çekici olabilir tabii ama siyaset içeren bir programda sırf bayanlara bir alan oluşturulması, ayrıldığımızı ve yine beraber yapamadığımızı, “cinsiyetlerin bakış açıları” seçildiği ve burada da ayarı yakalayamadığımızı gösteriyor sanki. Futbol programlarından sonra siyaset programlarını da bayanlara bırakmayı lütfetti erkeklerimiz; Özgürlükleriniz, özgürlüklerimiz, çünkü siz bizim reytingimizsiniz.

Zülfü Livaneli CNN Turk’e canlı yayına bağlandı geçenlerde “… bana deadline bildirmediler” dedi, ikinci kez yıktı beni, ilkinden bahsetmek bile istemiyorum. Ardından spiker telefon bağlantısı sona erince piyasalara bağlandı ve yoruma başladı “…flexibilitenin fazla olduğu bir gündeyiz”... Uzmanlık alanı psikoloji olanlar daha iyi bilirler, iletişimde alıcılar ve vericiler vardır, alıcı ile verici uyumsuzsa iletişim gerçekleşmez. İletirsiniz alıcı bunu alır bunda sorun yok tabii, ama hatalı iki durumda var; iletirsiniz karşıdaki al(a)maz, ya da iletmezsiniz iki durumda da ilet-iş-mek gerçekleşmiyor. Sonra birileri, spikerden sonra bir adam çıkartıryor aynı ekrana, anlamadığınız cümlelerle size nasıl birbirinizi daha iyi anlayacağınızı ve bu şekilde sorunlarınızı daha kolay çözeceğinizi anlatmaya başlıyor.

24 Ekim Taksim – Uluslarası iklim eylem günü bugün, Taksim’den Galata’ya yürüyor gençler; ellerinde pankartlar, ağızlarda sloganlar, önde ardda polisler ve medya… Galata’da basın açıklamalarını da yapıyorlar ve gösteri bitiyor, yorulmuşlar, sohbet-muhabbet, yakılan sigaralar, yere çökmek isteği… Kalabalık açılıyor, ayrılıyorlar birbirlerinden ve tek tek görmeye başlıyorsunuz insanları, tanımlaması uzun ama bir örnek gerek, birinin elinde Filistin bayrağı var; insan düşünüyor, bu eylemin mantığı mı önemli bu kişi için yoksa “gençlik her şeye mi karşı?”; bir gösteriden çıkıp diğerine mi gidiyor film seansı misali. Çoğunun iyi niyetlerinden şüphem yok ama tam bilgiye ulaştıklarından var; gösteri illaki Kyoto Protokolüne bağlanıyor sonunda, imzalayın kampanyasının olduğu sitede bile anlaşmanın metni var, bir okusalar, ah okusalar! Karşı çıktıkları nükleer santraller neden kurulmaya çalışıyor hala ülkede, bir anlasalar…

29 Ekim Dolmabahçe resepsiyonunda pastadan Atatürk çıkartıyorlar… Dansöz dünya! Kimsenin tepkisi yok.

….

Teröristler şehre iniyor; “pişmanlık yasasından yararlanacaklar” diyor birileri, ama onlar pişman olmadıklarını söylüyorlar.

Bir domuz gribidir aldı başını gidiyor. Can derdine düşürülüp, tasfiye ediliyoruz gündemden. Bu arada anlaşma yapılan ilaç firmaları, aynı kuş gribinde gripten önce ülkeye girdikleri gibi usul usul giriyorlar, oturuyorlar yerlerine. Amerika’da bir genç domuz gribi aşısından felç oluyor, Obama çocuklarına bu aşıyı yaptırmıyor, kimse yan etkisini bilmiyor… Biz n’apmıyoruz? öpüşmüyoruz, korunuyoruz; illaki aşı olun çeşnicibaşları diyoruz …

...

Dağdakiler “Domuz gribi” olmuş şehre iniyor, şehirdekiler domuzdan mı gripten mi bilinmez kaçıyor; Atam dirilmiş, pastadan çıkıp şaka yapıyor gençliğe “Cant belive my eyes” diyor; Pelin Batu tarih, moda, sanattan sonra yeni ekürisi Nagehan Alçı ile politikaya el atıyor… Evlinin evi, köylünün köyü, yılanın deliğinin belli olmadığı yerde akortta tutmuyor.


Tuğba Makina-31Ekim'09



11 Ekim 2009 Pazar

KAPI

Bir kapı ister üstünden kilitlensin, ister üstüne, güvenle kapatır çokgenin son köşeşini.

Ay Kadını' Kapı düşleri

5 Ekim 2009 Pazartesi

SONBAHAR hoş geldi bize SANAT getirdi

Haftadan sona bir sürü şey kalmıştı ama benim payıma düşen yüksek ateş ve burun akıntıları olduğundan bir şey yazmak gelmedi içimden. Şikayetçi değilim, uzun sürmedikçe arada hasta olmak lazım, izlenmedik çok film, okunmadık çok kitap var daha. Hayli hareketli bir aya girmenin keyfini yaşarken tokatladı İstanbul’un güvenilmez havası beni, ama benim kendime gelmem için yapmış, teşekkür ediyorum O’na.

Ekim geldi hoş geldi, Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları 1 Ekim’de perdelerini açtılar; Film Ekimi, Akbank 19. Caz Festivali biletleri satışa çıktı; yeni filmler geldi sinemalara; sergiler kapılarını açtığının haberini verdi, sanat atölyeleri eğitimlerine seminerlerine başladılar...

Devlet Tiyatroları bu sene perdelerini yeni oyunlarla açtı, sloganları 60. Yılda 60 yerli oyun, geçen senelerden devam eden oyunlarda olacak tabii ki; Devlet Tiyatroları İstanbul prömiyerini Behiç Ak’a ait “İki Çarpı İki” adlı oyunla yaptı. İki ayrı çift ve iki aynı ilişkiyi anlatan ilginç bir deneme. Takdiri bize düşmezsede 5 üzerinden 5 lik bir oyun olduğunu söyleyemeyeceğim. Benim bir daha ki perde planım “Bir delinin hatıra defteri” . Şehir Tiyatroları da oldukça canlı bir dönem geçireceğe benziyor, kaliteli birçok oyun var özellikle Kabare’yi izlemeyenlere tavsiye ederim, oldukça lezzetli bir müzikal. Biliyorum ki ‘kara müzikal’ diye bir tür yok ama ben çıktıktan sonra böyle isimlendirdim oyunu. Tek başına oyuncuların performansları için bile izlenmeye değer bir oyun, açık havada izleme keyfinden kış nedeniyle mahrum kalınsa da kaçırmayın derim.

Akbank Sanat “Şehrin Caz Hali” ile yine birçok ustayı İstanbul’a taşıyor; Cecil Taylor, Joe Lovano, İlhan Erşahin, Fahir Atakoğlu, Rıchard Bona isimlerden sadece birkaçı. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim festival filmi her zamanki gibi harika, izlemeyenlere tavsiye ederim.


İKSV sponsorluğundaki Film Ekimi bu sene geçen senelere göre daha az gösterimle karşımızda gibi geldi bana (geçen senelerdeki programlara ulaşıp kıyas yapma imkanı bulamasamda). Benim listemde: Atonement / Kefaret filmi ile beğendiğim senaryo yazarı Christopher Hampton’un filmi AŞKIM/CHÉR; Piyano filmi ile Cannes tarihinde Altın Palmiye'yi kazanan tek kadın yönetmen olan Jane Campion’ın son filmi olan ve İngiliz şair Keats'in yaşamının son yıllarını anlatan PARLAK YILDIZ/BRIGHT STAR; 2009 Berlin Gümüş Ayı: En İyi Erkek Oyuncu, Ekümenik Jüri Özel Mansiyon ödülü sahibi olan ve sıradan yaşamlar sürdüren Fransa'da yaşayan Osman'la İngiliz Channel Adaları'nda yaşayan Elizabeth'in öyküsünü anlatan LONDRA NEHRİ/LONDON RIVER; Theo Angelopoulos'un uzun süredir beklenen son eseri, Ağlayan Çayır'la başlayan üçlemesinin ikinci filmi ZAMANIN TOZU/SKONI TOU CHRONOU; Hong Konglu yönetmen Johnnie To'nun son filmi olan klasik bir intikam filmine benzese de beni cezbeden İNTİKAM PEŞİNDE/VENGEANCE var.*

İstanbul Modernde 11 Eylül'de başlayan Sarkis'in Site sergisine gitmeyenler içinse son tarih 10 Ocak 2010. Sergi yaşam alanları ile şekilleniyor ve sanatçının son 50 yıllık çalışmalarından besleniyor.

Liste oldukça kabarık hepsine gitmek mümkün olmasada ben bir seçki yapacağım kendime, okul zamanlarımı özleyerek. Üniversitede bir güne peş peşe biletler alırdık, Ekim'i yaşayabilirdik tam anlamıyla, şimdiyse Ekimde şehir tatil olsun istiyorum, hiçbir şey kaçırmamak adına.

İyi Ekimler, tadını çıkarın...

Tuğba Makina

(*Filmler ilgili yorumlarda festival özetlerinden faydalanılmıştır.)

22 Eylül 2009 Salı

BİR BEN

Kim olduğumuzu hangi cümleler anlatır?

İş görüşmelerinde, tanışmalarda "kendimizden bahsettiğimizde" hangimizden bahsederiz? İçimizdeki hangi "kim" dir, yaramazlıkları yapan, başarıları elde eden, kızan, hırslanan,aşık olan? Ben de bilmiyorum cevaplarını…



Bir Çernobil Eylül'ü doğmuşum, bu nedenle doktorum, ne zaman şikayet edecek olsam, "siz Çernobil çocuğunuz sizin metabolizmanız normal tepkiler vermeyebilir" der, gayet ciddidir bu konuda ve çok da normal olmadığım konusunda.



Her daim yaramaz bir çocukluğun ardından, kimsenin ummadığı bir şekilde başarılarım olmuş, kendi çapımda, ki hiçbir zaman yetinmememe neden olan da buymuş sanırım. Beklenmeyeni yapmak ve her şeyi kendi yapma isteği.



İlkokulun ilk günü babasını okuldan kovan, hiç durmadan konuşan ve soruları ile herkesi çıldırtan bir çocukluğun ardından, birdenbire büyüyen bir kız çocuğu olmuşum, erkek gibi tabir edileninden. En büyük hayalim MIT’e girmekmiş sanırım; büyüyüp vazgeçmişim, iyi ki de büyümüşüm.



Sürekli “ajansların” takip edildiği, her daim siyasetin ev işlerine karıştığı, bir ailede büyümenin etkisi midir bilinmez, hep sevmişim “ajansları” ve yaşamı takip etmeyi. Hayata kafa tutma dönemimi atlatıp da, karşımdakinin anlayabileceğinden fazla bir şey söyleyemeyeceğimi öğrendiğimden beri, “dolu düşünüp boş konuşur”, içime susarmışım bazen de.



Hayata hazırlanmaya çalışırken hayatın bazı sınıflarından atılanlardanmışım. Üniversite sınavına hazırlanırken dikkatim dağılır diye, üniversitedeyken zamanım yok diye aşık olmamışım. Bu da seçilir mi demeyin, iyi kaçarsanız bulamıyor sizi :)



Kitaptan geçilmeyen, küçük balkonundan ufakta olsa denizi gördüğüm bir evde Pazar sabahı elimde çayım, kitabımı okumanın hayalini kuruyorum, kendime döndüğümde. Yaşama hırsı ve bıkkınlığı bir araya geldiğinde ise huysuzlaşıyorum.



2 sene kadar önce üniversite eğitimim boyunca gözümde büyüttüğüm o iş kadını olmuş, kısa bir süre içinde ise tepe taklak düşmüşüm yüksek topukların üzerine. Hiç okuyamamış gibi içimde takınır, gördüğüm üniversite kapıları, öğrenci muhabbetleri, üzülürüm zamanından önce mezun olduğum okuluma. Hayal kırıklıklarım yolumdan döndüremese de yavaşlattı epey, hayalini kurduğum iş kadınının epey gerisine attı beni, ama o kadının hayalini kurduğu “Atlantis”in bir muadili bile yokmuş meğerse iş-yüzünde.



Gittiğim iş görüşmelerimde, tavsiye edilenin aksine hiç rol yapmamış, laf kalabalığı belki ama hiç yalan söylememişim. Okuldan yeni çıkmış idealist insan tavrı ve topukların üzerine düşme endişesi ile bahsetmişim kendimden; ortaokul balosundan bu yana yaptığım, özellikle de kendime yaptığım ve bir türlü takmadığım takılardan; ne zamandan beri yazdığımı bilmediğim yazılardan; üniversiteden beri çektiğim fotoğraflardan; kitapları ne kadar sevdiğimden; saygısızlığa tahammülsüzlüğümden... Sonunda, iş görüşmelerimden birinde yönetici obsesif olduğuma karar vermiş, doktorumsa her metropol insanı kadar obsesif olduğumu söylemiş, hangisi yanılıyor umursamıyorum. Sanırım bir de bu var, hiçbir vakit çok umursamadım ne düşünüldüğünü, hele de yanlış anlaşıldığıma neredeyse eminsem.



Hayatıma girmeye çalışan herkes o veya bu nedenle duvarlarıma çarpıp düştüğünde, şikayet etti, duvarlarımın kalınlığından. Bu doğru mudur, yanlış mı? herkesin bir yorumu oldu. Kızanlar kızdıklarına, takdir edenler ettiklerine pişman oldular bir zaman sonra. Ben gülümsedim.
Ben modifiye etmemiştim ki bunu hayatımda, kendimi bildiğimde böyleydim.



Sanırım tam da bu yüzden çözememiş insanların çoğu, neden bu kadar çok güldüğümü, eğlendiğimi, sinirlendiğimi, şiddetle savunduklarımı, hiçbir şeyden yetinemediğime ama buna karşın memnuniyetsiz de olmadığıma.



"-Miş"li geçmiş zamanla anlatmam garip gelebilir bazı şeyleri ama sadece “bir ben”den bahsettim size, içimde ki "bir"den. Şimdi geri çekilip izleyebiliyorum onun adımlarını, dolayısıyla o hem "ben" hem de tamamen ben değil. Budur zaman kayması gibi görünen yanılsamanızın nedeni.



Şimdi yazıyı sonlandıran içimdeki hangi ben bilmiyorum, hele bugün hiç. Beni tanıyanlar, tanıdıkları bana göre değerlendirip, gülüp “yok daha neler “ , kızıp “evet..evet...bu işte " dediklerinde ise yanılacaklar yine.




Ay Kadını'09




12 Eylül 2009 Cumartesi

KAN NİYE AKAR Kİ?


Son hikayesini yazmıştı. Kalemini masaya bıraktı, ellerine baktı, elleri halen annesinin cansız bedenine bakan çocuğun elleriydi; kanlı, nereye sığacağını bilemeyen.

Annesi öylece yatıyordu yerde, sere serpe, eteği kıvrılmış bacakları gözüküyordu, oysa ne ağır kadındı. Uzanmazdı kimsenin gözü önünde, eteği de normalde hiç açılmazdı. Karnındaki kana iki elini bastırmış öylece yatıyordu. Oğluna bakıyordu, gülmek istiyordu, olmuyordu. Karnındaki kandan süzülüyordu sanki hayat.

Ufacık bir oğlan çocuğu ayakta durmuş, sere serpe yatan annesine bakıyordu; anlam veremiyordu olanlara. Kan neydi ki? Neden akardı? Düşmeleri geldi aklına, dizlerinin kanaması, kendi hiç böyle yatmamıştı. Düştüğünde canının yandığını anımsadı bir an, ağlamaya başladı. Annesinin parmakları arasından kanlar sızdıkça, O’da annesinin saçlarını okşuyordu. Bir yeri acıdığında annesi böyle yapardı hep, O’da hemen gülümserdi, annesi neden gülmüyordu? Yoksa bu oyunu unutmuş muydu?

Bilmiyordu, anlamıyordu olanları.

Çok ses vardı, etrafa ışıklar düşüyordu; kibritler yağıyordu sanki başından aşağı. Korkuyordu. Annesinin erkeğiydi ama o, babası gidip de dönmediğinden beri annesi böyle derdi, erkekler korkmaz derdi.

Bir an bir gülümseme yayıldı annesinin yüzüne, güldü oğlan çocuğu,acısı geçmişti annesinin, direnmiyordu bedeni artık. “Annee!” dedi, cevap gelmedi. Gülümsüyor ama cevap vermiyordu annesi. Ayağa kalktı oynamaya başladı çocuk, annesi bu sefer kesin bir şey yapacaktı. Ayağı annesinin yeleğine takıldı, avuçlarına bastı annesinin ufacık ayaklarıyla. Eğildi ellerini öptü canının acısı geçsin diye, özürler diledi. Oysa can kalmamıştı.

Sarıldı annesine, burnunu göğsüne gömdü,arkadaşları ile yaptıkları yaramazlıkları anlattı, “Bir daha yapmayacağım anne, küsme, söz veriyorum!” dedi. Burnunu çekti. Annesinin karnından artık akmayan kana elledi. Ellerine bakarak kaldı öylece, “kan niye akar ki?” diye düşündü, ya da “neden akmaz?”.

Otuz yıl geçmişti, elindeki kanın anlamını bilmeyen çocuk halinin üzerinden.Otuz yıl; yetim yurtlarından askeri kamplara. Yazarak geçirmişti bu yılların çoğunu. Annemin akamayan kanını yazacağım demişti; akamayan kanını, açılan bacağına bakarken nasıl utandığımı, ellerimdeki kanı yüzüme sürüşümü; otuz yıl, çalar saat sesinden bomba diye uyandığımı, hiçbir kadına dokunamadığımı, hiçbir cenazeye gidemediğimi yazacağım.

Otuz yıl sonra hikaye bitmişti işte. Ve elindeki kalem ile silah aynı anda düşmüştü yere. Göğsündeki kana baktı, iki eliyle yaranın üzerine bastırdı. Sanki halen ellerinde annesinin kanı vardı.

Masumiyetleri kirletilen tüm çocuklara…


Ay Kadını'2008-2009

ACEMİ KADIN


Bir gitar teline takılı kalmıştım ki, çıkmaya çalışırken şarap kadehinin içine düştü gözlerim; arkamdan beni izleyişini bilmezlikten gelip çıkmaya çalıştım kadehten, teller boynuma dolandı.

Es vermeden vurmaya başlayınca içimdeki kırmızı parça, en olmayacak yerde ve zamanda, gözlerimi kurtarmak için sırf , yeminimdir, içtim o şarabı ve peşinden dolanları.

Dudağının kenarında oluşan küçük oyuk ile başladı her şey, itirafımdır, orda düştüm rüyanın içine; ve ilktir farkına varmam kadınlığımın böylesine.

Merakımdan çıktım kadehimden ve daldım votka kadehinin dibine; oysa votka yalancıdır, buruktur tadı, emek yoktur şarap gibi ya, bilmedim,bilemedim, acemi kadınlığımdan olsa gerek, duyumsayamadım yasak gelişini ve her rüyanın uyandığında bitişini.

Ay Kadını' Üzüm hasadı



Resim : Mitolojide yer alan Psyche ve Eros hikayesini temsilen William Bouguereau tarafından yapılmıştır.

25 Ağustos 2009 Salı

LEKE

Kara kaçtı burnuma

Bir sarsıntı aldı bedenimi

Sarsıntı ile geçmeliydi her şey

Geçmedi


Elimle sildim burnumu, olmadı

Beyaz, kenarı oyalı bir mendil çıkardım sonra

Lekelendi mendil

Kara oldu kenarları


26.04.09 Ay Kadını

16 Ağustos 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -5

MEÇHUL BİR DURAK

Güzel bir akşam üstü. Hava yeni yeni kararıyor. Gökyüzü pembe mavi bir ebruli misali, saat 7 civarı, otobüs bekliyorum. Hava sıcak, otobüs gelse artık ve devam etse bu koşuşturma. Beklemek ağır geliyor, koşmak beklemekten daha az yorucu sanki bu şehirde.

Tam arkamda yaşlı bir teyze, yorgun bedeni “gel artık” diyor otobüse. Çok geçmeden otobüs geliyor , teyzeyi önüme geçiriyorum, otobüse biniyor. Yerine otururken de bir “offf” çekiyor.

Karşısına oturuyorum yol uzun. Kafasını otobüsün camına dayıyor, gözlükleri ağırlık yapıyor sanki yüzüne. Yüzü, gözlerindeki mana uykuya doğru yaklaştıkça daha bir eğiliyor yere. Yüzündeki çizgilere takılıyor gözlerim, her geçtiği yolun gölgesi kazınmış sanki yüzüne. Ruhuna iz yaptığından belki de yolları sevmediğini belli ediyor, ara sıra açtığı gözleriyle “daha ne kadar kaldı?” diye sorarak. Elleri, unutmak istermişçesine yaşananları, yazgısız; buruşmak isterken cesaret edememiş ve orta bir yerde kalakalmış çizgileri sanki.

Otobüsün freni ile irkiliyorum. Yol bitmiş... Otobüs boşalıyor, teyze ben onu düşünürken çoktan gitmiş. Oturduğu koltuğa bakıyorum, hayatımızdan kaç kişi biz onu düşünürken, düğmeye basıp, meçhul bir durakta iniyor düşünüyorum. Anlamsız ama bir o kadarda acı bir gülümseme yayılıyor yüzüme.

Gökyüzüne kaldırıyorum başımı, masmavi olmuş, havada hafif bir esinti. Gülümsüyorum.

Bir Pazar daha bitiyor , bu anımı yazarken ve Ağustosun bitmesini bekliyorum dört gözle. Eylül gelse artık (Eylül sevenlerdenim ben, Eylül çocuğu olduğumdan belki de...) hafif hırkalarımızı giysek; esintiden ürperirken birer çay içsek boğazda; İstanbul’un o bitmeyen festivalleri, söyleşileri, sergileri başlasa. Beklemek yakışmıyor bu şehre, koşmaya başlasa yeniden, hepimiz birer birer kaybolsak sokaklarında ve kaybetsek sokaklarını her geçişimizde. Meçhul duraklarında, tanımadığımız insanlarına gülümsesek yanımızdaki insanları tanıdığımızı sandığımız ve onları yabancı saydığımız yanılgısıyla.

Haftadan Not: Milliyet Sanat’ın Ağustos ayı hediyesi olarak “Les estinées Sentimentales / Alın Yazısı” adlı filmle karşılaştım, izlerken (ve izledikten sonra) gerçekçilikten çok, aşırı duygusallık üzerine kurulu bir film olarak değerlendirsemde, harkulâde değil ama izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. İlgililere duyurulur :)

Güzel pazarlar,

Tuğba Makina

9 Ağustos 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -4

CEVABI BELLİ BİR MERAK

“I am because we are” Madonna’nın öncülüğünde Malawi’de yaşayanların , özellikle çocukların yaşamını anlatmaya çalıştığı başarılı bir belgesel.

Çocukların büyük kısmı ailesini yaygın olan hastalıklar tifo, kolera ya da AIDS nedeni ile kaybetmiş, çocukların da büyük bir çoğunluğu AIDS hastası ve bu çocuklar ailelerini kaybettikleri için yetimhanelerde yaşıyorlar. Ülkede gelir kaynakları çok kısıtlı ve görüldüğü kadarıyla birçok Afrika ülkesi gibi inanılmaz bir fakirlik içinde. Erkekler kazanabildikleri ile alkol alıyor, çocuklar sokaklardaki lağımların içinde oyun oynuyor, AIDS ile yaşanabilmesi için gerekli olan ilaç yoksulluktan alınamadığı için çocuklar aileleri gibi ölümü bekliyorlar. Tahmin edersiniz ki suç ve fuhuş oranı çok yüksek ; daha fazlası için belgeseli izlemek ve birazda araştırmak lazım. Fakat belgeselin sonunda verilmeye çalışılan bakış açısı oldukça ilgi çekici ve kanımca en güzel yeri; “sen istemezsen kimse sana yardım edemez” üzerinden buna kendi güçleri olduğunu söylüyorlar. Kurban psikolojisinden çıkıp yardım istemek yerine bir şeyler yapmaya çalışmamalılar, elbetteki bu çok zor fakat gelen yardımlarla dirilmeleri bence zaten imkansız. Çünkü gelen yardımların diriltmek değil, “hasta olarak” yaşatmak için olduğuna inanıyorum.

Belgesel boyunca buraya yapılması gereken yardımlardan bahsediliyor, Madonna bazı yardımlar yapıyor, sonunda gülen yüzler “I am because we are” diyorlar peşi sıra. Yardım edilmesi gerektiğinden bahsediyorlar, tıpkı diğer “yardım kuruluşları gibi” kameralar açıkken yardımlar toplanıyor, yapılan yardımlar kare kare fotoğraflanıp arşivlere konuluyor; mutlu insanlar var her bir karenin içinde. Aynı ülkeler insanlara hem AIDS'li iğne hem ilaç dağıtıyor, aynı bölgeye hem silah hem barış kuvveti gönderiyorlar, fuhuş için yasalara göre “çocuk” olanları toplayanlarla buna karşı savaş açanlar aynı. Bu yardımlar zihnimde iyi niyetten çok Marshall yardımını çağrıştırıyor ve merak ediyorum kameraların ışıkları söndüğünde bu insanlar halen mutlu mu?

Iyi pazarlar, sorularla dolu günler dilerim...

Tuğba Makina

(Belgesel ve Malawi'ye yapılan yardımlar hakkında bilgi için:

I Am Because We Are

Raising Malawi )

31 Temmuz 2009 Cuma

NEFESLERİNİ YAŞAMAK İÇİN AL

Büyümek mi istiyorsun küçük kız?

Hem de çabucak öyle mi?

Zaten büyüyeceksin, biliyorsun değil mi?

Ama yine de hızlı büyümek istiyorsun demek. Neden peki?

Daha özgür olmak için mi! Sınırına sığmayan insan için özgürlük görünmez bir çizgidir; ne kadar büyürsen büyü sınırını aşmadıkça özgür hissetmeyeceksin kendini. O sınırı aştığında ise masumiyetler çoktan yitirilmiş olacak. Hepsini yemek istediğin o çikolatayı, kimse karışmadığında sen yemek istemeyeceksin zaten; başkaları kararlarında senden daha baskın olacak çünkü. Aşmak istediğin sınırları daha dar alanlarda sen çizeceksin “basit” nedenlerle.

Daha çok insan tanımak mı ?

Tanımak istediğin insanların yüzleri eskidikçe sen o yüzlerin gerçek hatlarını fark etmeye başlayacaksın , üzüleceksin küçük kız. Tanımak istediğin simalar “tanıdık” oldukça kelimeleri kalbini kıracak, bakışları ile hayata lanet edeceksin bazen.

Sonra… hiç hesaba katmadıkların var , büyümek isterken. Kendi kararlarını ve kararlarının sorumluluklarını alman gerekecek. “Ben demiştim” diyecekler yüzüne veya ardından peşine duyduğunda inan(a)mayacağın cümleler kuracaklar. Zamanla sende alışacaksın tüm bunlara tabi ki ve duymamayı öğreneceksin söylenenleri ya da inanmamayı. Kendine yalanlar söylemeye ve bunlara gönüllü olarak inanmaya başlayacaksın. Evet sen büyürken değişeceksin ama değişen sadece istediklerin olmayacak. Bunları kazanabilmen için güveninden, masumiyetinden ve daha birçok şeyden feragat etmen gerekecek. Büyüdüğünde ve yeni insanlar tanımaya başladığında bir daha düşünmeden sarılamayacaksın kimseye. Güvenmek isteyip, gözlerini kapadığında, başını yasladığın göğüs hiçbir zaman anneninki gibi emin olmayacak.

Gerçekten büyüdüğünü hissettiğinde, istediklerini yapabilecek yerde olacaksın, olgunlaşmış, gücünü görmüş ve hayatın aksine masumiyetini korumuş olacaksın belki de. Ama pişmanlıkların olacak senin de.

Şimdi sen iyisi mi beni dinle; sarıl istediğine, istediğin kadar yüksek kahkahalar at,yaramazlık yap, dizlerini yarala, özür dile. Güvenebildiğin bir omuz bulduğunda yasla başını, en çok da anneninkine. Arada ağlamayı da unutma ama, hem de çığlık çığlığa; büyüdükçe istediğin gibi bağıra çağıra ağlayamayacaksın bile, içine akıtırken gözünün yaşını kahkahalar atmak zorunda hissedeceksin kendini bazen. Yapmak istiyorum diye kurduğun cümleler “yapmalıyım” olacak zamanla.

Hayat biz geriye doğru yaşamak istesek de bazen, ileriye doğru akıyor; büyüyeceksin. Hatta o kadar büyük bir kız olacaksın ki yaşadığın günlerin bazılarını silmek isteyeceksin hayattan. Şimdi nefeslerini büyümek için değil, yaşamak için al olur mu? Küçük bir kız olabilmek hayatta ki en güzel şey aslında, inan bana.

Ay Kadını'Geçen Zaman

26 Temmuz 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -3

ZAMAN KAYBI

Birkaç haftadır ara vermek durumunda kaldığım Pazar yazılarından biri ile sonunda yeniden buradayım.


Çoğumuz Simurg Efsanesini hatırlar, serüvendeki kuşların aradıkları “Simurg” (Otuz Kuş) kendileridir, ancak serüvenin sonunda anlarlar.

İnsanoğlu dışarıyı izlemekten, kendine bir “baş” aramaktan, dönüpte kendine bakamamış bir türlü yüzyıllar boyunca; ya bi sevgiliden medet ummuş ya efsanelerde bir ilahtan ya bir şeyhten(coğrafyasına göre değişen bir “baş”tan).

Son zamanlarda mı böyle sadece bilinmez ama paradan farklı bir şey değil özünde insanoğlu için mutluluk. Alırsın yaşarsın ve biter. 21.yy'da her şey tablet şeklinde nasıl olsa hayatımızda. "Aslında hiç de mutlu değilim" le başlayan ve sonu malum cümlelerle biten üstü kapalı merhamet dilenen VAKUR insanlarla dolu değil mi hepimizin çevresi? Her gidişin ardından en fazla bir hafta süren ağlamalar sonunda hür kahkahalar ve hayata yeni konuklar, bu değil mi hepimizin şu sıralar yaşadığımız? Hangimiz yaptığımız işten, yaşadığımız hayattan memnunuz?Hepimiz vadinin birinde düşüyoruz,Bülbül, Papağan, Kartal ve diğer kuşlarla benzeyen yönlerimiz var tabii ki ama kimimizde yolu geçmeden varış noktasına ulaşmak istediğinden yine kendine yeniliyor.

Belki de metropol handikapı bu telaşların hepsi. Hayatın serüven olduğunu unutturan , tam ortasında bulunduğumuz yol; o da hayatın kendisi ya; biz varışa kilitlendiğimizden sadece harcıyoruz onu. Çoğumuz serüvenin sonuna geldiğinde olup bitenin farkına varıyor. Serüven güzelde, Simurg olabilenlere yapılan haksızlığı kaldıramıyor zihnim.

Bilge olmak için çaba harcayanlara, elindeki bilgi ile yetinemeyenlere bencil/aç gözlü olarak bakılmasını anlamlandırmak ağır geliyor zihnime. Duyduğuna inanan ama kaynaklara itimat etmeyen, her yerden yarım yarım kırıntılar toplayıp nutuk atan sonra düştükleri vadiden, "bana bu kadarı yeter" diyip yalancı şükürlerle kenara çekilmiş gibi görünerek, mürit arayanlara itimat edilmesi tarihin tekerrür mekanizmasının ne denli güçlü olduğunu sokuyor gözüme ne yazık ki.

Bu yüzyılın Simurg’ları (umut o ki hezar* olsunlar) bir dahaki yüzyılın değeri anlaşılmamış yazarları, müzisyenleri, bilim adamları... olacak yine. İnsanlığın ders almaması ne acı bir zaman kaybı.

(*Hezar(Farsça): Bin)

İyi pazarlar,

Tuğba Makina


24 Temmuz 2009 Cuma

KELEBEK



pembe beyaz bir dünyanın içinden çıkıp geldim
bakış denen şey çarptı tenime ilk kez
ne de çirkindim

zamanla kısıtladılar ömrümü
görece benden uzun yaşayanlar

ölümüm doğumumdu
güzelleştim

uçmaya başladığımda
dayanamayıp pullarıma ellediler
dokunduklarında eriyordu kanatlarım
görmediler

Ay Kadını - kanatların döküldüğü zaman

21 Temmuz 2009 Salı

OYSA SEN HEP SARHOŞTUN



Aşk , dudağındaki votka tadı
Almaya kalkmasaydım onu
Duruyor olur muydun halen orda?

Zaman dediğin döner bir hâle
Ki buluşturdu bizi
Aramıza duvar koyan da O muydu ki?

Oysa sen hep sarhoştun …

Mucize, olmayacağını bilerek beklediğimiz
Olmayacağını bilirsek neden bekleriz
Ki zaten beklenmedik anda gelir

Rüya, uyandığında biten hayat dilimi
Hayatta yer alıyorsa , nasıl biter biz ölmeden ?
Bedenin ölgünlüğü ile ölmüyorsak eğer
Nasıl biter o rüya?

Rüya dudağındaki votka tadı
Döner bir hâle Zaman
Aşk Rüyaya dokumak isteği
Mucize dokunabilmek

Tatmaya kalkmasaydım dudağını
O hâle yine de değer miydi
Sarhoş ve çıplak tenlerimize?

… Oysa sen hep sarhoştun


Ay Kadını – Haziran’09 (muhtelif zamanlar)

4 Temmuz 2009 Cumartesi

YAMALAR VE YIRTIKLAR

Hayat eskir, eskir ama eskimek değişir insandan insana, zamandan zamana.

Gençken zamanın geçisi eskimeyi, eskimek yıpranmayı yavaş yavaş yok olmayı anlatır insana. İlmek ilmek çekilirken hayat damarlarından, zamanın geçişinin yara berelerini yamamaya çalışır insan. Hatıralar gençliğe dair ama eskiye aittir. Geçilen yollar gidileceklerden güzel görünmeye başladığında gözlere, geri saymaya başlar zaman.

Eskiyen bir kılıfın içinde zaman aktıkça çeken bir yaşam vardır, sanki. Yamadıkça yırtılır, yırtıldıkça yamanır bir yerleri. Her iz bir bedeldir aslında.

Burun hizasından alnında derinleşen çizgiler hangi savaşın artıkları, şimdi hatırlamazsın bile belki; ya göz kenarlarındakiler? Sağ göz kapağın ne zaman düşmüştü, hatırlar mısın hangi geçmez sandığın gecenin sabahında? Sağ elinin üzerindeki yara izi, dostunun ölüm haberini aldığında yumruk attığın camdan hatıraydı değil mi? Karnındaki yırtıklar kızının hayatına attığı çiziklerden biri; sağ elindeki orta parmağının sol yanındaki nasır kalem tuttuğun zamanlarda katılaşmıştı; gözlerinin gülüşü çok değişti annene göre , artık daha sınırlılar değil mi, daha bir hesaplı?

Yaşam akıp gidiyor derken , yanılıyordun belki de. O akmıyor, sızıyordu içine, nefesine, saçlarına, ilmek ilmek seni başka birine dönüştürüyordu; bazen aynaya baktığında tanıyamadığın, sesini duyduğunda yadırgadığın, soluksuz kaldığında korktuğun, bir başkasıymışçasına hareketlerine hayret ettiğin birine. Eskir neticede insan, maddenin tabiatıdır eskimek, ki manada eskir, eprir zamanla; hatıraların gibi. Bir zamanlar attığın sloganlar, savunduğun(u sandığın) idealler, sevdiğin adamlar gibi.

Eskimişsindir ama trajikomiktir eskiyi özlersin. Eskidikçe eskiye duyulan hasret derinleşir.

Ama eskimek değişir maddeden maddeye, manadan manaya. Elinde kalan ya kırık dökük birer parça ya da bir antikadır sonunda.

17.03.09-27.06.09 Ay Kadını –Zaman

28 Haziran 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -2

DÜŞÜNME, SORGULAMA, SADECE OL!

Dove, güzellik anlayışımızın ne kadar değiştiğine dair çok güzel bir reklam kampanyası yaptı; hatırlarsınız yaşlı bir kadının kırışıklıkları ile ne kadar doğal ve güzel durduğu vardı reklam serisinin birinde, bir diğerinde sette bir bayana makyaj yapılıyor ardından photoshop ile düzeltiliyor ve muhteşem olduğu düşünülen bir bayan afişlerde yerini alıyor. Markanın güzellik anlayışını bağladığı nokta çok kritik “özgüven”. Güzel görünme kaygısı ile birçok kişinin özgüven eksikliğine uğradığını söylüyorlar.

Güzellik ve estetik filozoflardan sanatçılara herkesin yüzyıllardır tartıştığı ve bir türlü sonuçlanmayan bir tartışma konusudur, düşünüldüğü müddetçe tartışılabiliyor tabii. Oysa güzellik gerçekten tehlikeli boyutlarda, ölçülere bağlandı. Gözümüze güzel görünen şey, içten gelen değil öğretilen artık. Öğretilen güzellik anlayışı ile beğeniyoruz birbirimizi, nesnelerden farksız.

Aynı fabrikadan çıkmış “ürünler” gibi insanlarla karşılaşıyoruz her gün her yerde. Geçen gün bir kafede otururken, yan masaya yaş ortalaması 20 olan bir grup sarışın ve karamel bayan ellerinde muhtelif markaların poşetleri ile oturdular, bir tanesi 2 ay kadar önce incecik olan dudaklarına yaptırdığı botokstan bahsetmeye başladı, şu an gayet dolgun ve yapay olan dudakları ile.

Bu bayana dudaklarının “ince” ve “çirkin” olduğunu (alttan altta) söyleyen kimdi acaba? Hangi güzellik uzmanı? Hangi moda eleştirmeni? Estetiğin kendini iyi hissetmek için yapıldığını şiddetle savunan bankerlerden hangisi acaba? Belki de dolgun dudaklı Angelina Jolie’nin fazla güzel ve seksi bulunmasından kaynaklanıyordur bunlar? Öyle mi?

En başından başlayan bir sarmalda, daha derinlerde bir şeyler olmalı. Okulda farklı görünenin dışlanmasından başlayan; farklı olmanın karşı olmak anlamına geldiğini, karşı gelmeninse yalnız kalmak olduğunu söyleyen ideolojilerle devam eden; yalnızlığın depresyon nedeni olduğunu, mutlu olmak için topluma uyum sağlamak gerektiğini söyleyen fakat uyum sağlamanın “aynı” olmak “kişiliksizleşmek” anlamına geldiğini sanan uzmanlarla (!); çok satmak isteyen markalar, çok beğenilmek istenen ünlüler ve tümünü pazarlayan medya ile pekişen bir süreç bu bence. Tabii daha bir çok taş var bu arada, bu süreci destekleyen.

Süreç her cephede bir soğuk savaş kıvamında sürüp gidiyor. Sorgulamanın öğretilmediği, aksine unutturulduğu kuşaklarla doluyor dünya, sonuç: savaştaki karşı cephe düşüyor. Okumayan, yazmayan, üretmeyen, sadece olan. A yazarı gibi olan yazarlar, B artistine benzeyen artistler, C gibi saç yaptıranlar, D markasını giyinenler … oluyorlar. Eskiye duyulan özlem de tuzu biberi oluyor her şeyin; ebeveynler farkında olmadan destekliyorlar bu soğuk savaşın güçlü kısmını, bireyliği ev içinde kabul etmeyerek, çocukların hep birileri gibi olmalarını bekleyerek. Onlarbir tek kendileri olamıyorlar sonunda. Çünkü, uzmanların (!) söylediğinin aksine mutlu olmak aynı olmaktan değil, kendin olarak uyum sağlayabilmekten geçiyor. Birini anlamak için “O” olmak gerekmiyor aslında. Hepimiz Hırant olmadan, Filistin olmadan anlayamıyorsak O’nu, anlamak bunun neresinde kalıyor? Kişiye özgü ciğerlerimiz, aklımız , kalbimiz , idrak mekanizmamız olmamısının ne anlamı kalıyor?

Her geçen gün estetik operasyonlarda yaş ortalaması düşüyor, kitap / gazete okuma oranı düşüyor, fuhuş ve uyuşturucu ticareti hız kazanıyor, beden teşhiri ile uluslararası yarışmalarda puan kazanılmaya çalışılıyor, kendine ait olmayan yaşamlarda yaşından ve aile yaşantısından çok farklı ama “herkes”den biri olan kuşaklarla doluyor dünya. Özgüvensiz insan toplulukları oluşuyor sonunda. Güzellik anlayışımız ne kadar değişti gerçekten de fakat yanında sorulacak başka sorularda var; insani değerlerimiz, yaşama amaçlarımız, insan olma özelliklerimiz ne kadar değişti?

İyi pazarlar, sorularla dolu günler dilerim...

Tuğba Makina



21 Haziran 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -1

Uzun zamandır düzenli köşe yazıları yazacağıma dair planlar yapıyorum. İlk başta Pazar yazıları yazmaya niyetlenmiştim üzerinden uzun zaman geçti yaz(a)madım; Emre Küçükoğlu yazmaya başladı; harika bir şekilde ve istikrarlı olarak da devam ediyor, tebrik ediyorum. Bugün bende bir yerden başlamalıyım dedim.

Aslında beni bunları yazmaya iten asıl güç itiraf ediyorum ki başka. Capital dergisinde okuduğum enerji araştırması peşinden aklımdan bir sürü şey geçti ama yazmaya müsait olmadığımdan kısa sürede uçtu gittiler dimağımdan. Ve bugün onları geri çağırmaya karar verdim.

Capital dergisinin Enerji dosyası - Başlık : MİLYAR DOLARLIK YATIRIM YARIŞI. İçerikte hangi şirketin ne kadar yatırım yaptıkları, hedefleri, devletin sektör hedeflerinden bahsediliyor ve yatırım yapan şirketlerden kişilerin söylediklerine yer veriliyor; bir de bilirkişi olarak İTÜ Petrol ve Doğalgaz mühendisliği bölümünden bir profesör düşüncelerini bildiriyor. Sektörde yatırım yapanların, olayların dezavantajları es geçmelerini bir nebze anlaşılabilir buluyorum, profesörün söylediklerine takılmam bundan. Profesöre ayrılan kısmın başlığı “Çözüm nükleer enerjide” içerikte “Unutulmaması gereken bir gerçek de rüzgar, güneş ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin kesintili ve sınırlı kapasitede yapıldığı. Dolayısıyla bunlar enerjide kısmi bir çözüm olabilir . Esas çözüm ise yıl boyunca 24 saat çalışan hidroelektrik ve nükleer santrallerin yapımında yatıyor.” diyor. Hocanın demek istediği tam cümledeki gibi midir? Yoksa bu mana bir gazeteci marifeti midir bilinmez. Fakat ilginç olan şu ki, kolektif bir hareketle, nükleer enerji santralleri sadece halkın yanlış baktığı için zararlı gördüğü bir noktaya taşınmaya çalışılıyor.

Peki Nükleer Enerji nedir?

Nükleer enerji, bir atomun çekirdeğinde gerçekleşen reaksiyonlar sonucu oluşan enerjidir. Çekirdek reaksiyonları genel olarak bir kütle kaybı ile gerçekleşir. Nükleer santraller, ısı üretmek için nükleer reaksiyonu kullandıkları ve bunun sonucunda çevreye salınmaması gereken radyoaktif maddeler ürettikleri için, bazı ek sistemler kullanırlar.

Avantajları ve Dezavantajları nelerdir?

Avantajları
- Çok az yakıt ile çok büyük enerji elde edilir.
- Karbondioksit, kükürt dioksit, azot oksitler gibi asit yağmurlarına yol açan çeşitli gazları atmosfere bırakmazlar.

Dezavantajları
- En ufak bir hata çok büyük bir faciaya yol açabilir (Hatırlayınız : Çernobil).
- Artık maddesi çok tehlikelidir ve bu sorun henüz çözülememiştir.

Atık Madde Sorununun Boyutu Nedir?

… Nükleer santraller (...) her yıl toplam 12 bin ton nükleer atık üretiyor. Bu atıkların tam olarak nerede depolanacakları ise tam bir bilmece. Zira başta Avrupalı ülkeler olmak üzere birçok devlet kendi topraklarında nükleer atık depolamak istemiyor. Bunun nedeni ise nükleer atıkların etrafa yaydıkları radyasyonun çok ölümcül olması ve bir felaketin yaşanmaması için atıkların uzun yıllar büyük bir dikkatle saklanmasının gerekmesi.Bu teknolojiyi kullanan ülkeler atıkları 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında 5 yıl bekletiliyor.Ardından da soğuyan atıklar toprak altına gömülmeden önce ışıma oranı düşmesi için toprak üzerinde bulunan ara depolarda yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Son depolama ise 55-60 cm kalınlıkta beton ve çelikten imal edilen atık depoları ile yapılıyor.Bu depolar ise 200-900 metre arasında değişen derinliklere gömülüyor.Ancak atıklar gömüldükten sonra da en az 300 yıl boyunca sızıntılara karşı denetlenmek zorunda.Nükleer atıklarla ilgili en büyük sorun ise atıkların çevreye çok uzun yıllar aralıksız olarak radyasyon yaymaları. Örneğin, nükleer atık içerisinde bulunan Plutonyum 239 adındaki izotopun radyasyon yaymaması için ise yaklaşık 293 bin yılın geçmesi gerekli. ( Mustafa Fazlıoğlu )

Boyutu giderek artan nükleer reaktör atıkları sadece bir ekonomik sorun değil, çözümü zor bir risk oluşturmaya başladı. İnsanoğlunun bilgi ve tecrübesi binlerce yıllık depolar yapmak için yeterli değil. Zaten nükleer enerjideki asıl sorunda burada yatmaktadır. Avrupa'da "kapalı" tuz kayalarında, ABD'de yine "kapalı" granit kayalarında planlanan yeraltı depoları bir türlü açılamamış ve söz konusu yeraltı katmanlarının sanıldığı gibi kapalı olmadığı görülmüştür. Sorunun çözümü olarak görülen yer altı depolarının bir türlü devreye girmemesi de , çözümün yetersizliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. (Senem Tekinkoca)

Bu kadarcık bilgi ile bile aklımıza takılması gereken sorular olmalı;

- Ana soru : Nükleer enerji neden bu noktaya taşınmaya çalışılıyor ? Bu sorunun cevabı kanımca iki alanda aranmalı; uluslar arası alanda (Bakınız : Kyoto protokolü Madde 3.14 ve Madde 10 - Kaynak transferleri) ve ulusal alanda(devletin bu alandaki politikaları ve teşvikleri).

- Yenilenebilir enerji, Kyoto protokolü, alınan önlemler, çevre kuruluşlarının ve STK’ların tepkileri, basının konuları sürüklemek istediği nokta; geleceğimiz nokta nedir ? Yapılmaya çalışılan nedir?

Bir Pazar günü, ilk yazımda bu kadar cevapsız soru bırakmak istemezdim ardımda fakat cevapları hakkında benimde sadece fikir yürütebildiğim bu soruları önce biraz da sizin düşünmenizi istedim. Benim cevaplarımı ilerleyen yazılarda sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

İyi pazarlar, sorularla dolu günler dilerim…

Tuğba Makina

6 Haziran 2009 Cumartesi

BİTİŞİK HAYATLAR

Yanımdaydın… Gözlerimin içindeki çığlığı göremiyordun ama yanımdaydın. İçimden garip bir şey akıp giderken, bana dair bir şeyleri kaybederken ve yenilerini yerine eklemeye çalışırken, küçük bir çocuk misali saçmalarken, yanımdaydın. Bir çocuğu büyütür gibi vakurlu ama nasıl büyüdüğünü göremeyecek kadar heyecanlıydın.

Yanında olmak ne demek ki? Gözlerine bakmak? Tenine dokunmak? Anlamak?

Gözlerime bakıyordun, tenime dokunuyordun ama beni anlayamayacak kadar uzaktaydın. Zaten yanındaki birinin sana nasıl bir yardımı dokunabilir ki? Hiç. Hiçbir şey yapamaz sana yanındaki. İçinde olmalı yardım edebilmek için. Seni hissedebilmeli, ne hissettiğini neler hissedebileceğini anlayacak kadar içinde olmalı, ki sana yardım edebilsin. Oysa biz… Hayatlarımız bitişikti. Yan yana yatıyorduk, aynı gardroptan giyiniyor, aynı masada yemek yiyor, aynı banyoyu kullanıyorduk ama birbirimizin hayatının içinde değildik. Yalnızca bitişikti hayatlarımız. Yalnızca. Yanındakinin ayakta kalması diğerinin de sağlam durmasının ön koşulu olduğu için istiyorduk iyi olmamızı beklide. Yanımda olduğunu söylerken içimdeki çığlığı göremiyordun. Gülümsüyordum, gerçekten gülüyorum sanıyordun. Ve ben yine her zamanki gibi içime susuyordum. Sustukça derinleşiyordu içimdeki kuyu ve çığlık sanki daha bir derine iniyordu her duyuluşunda. Çok korktum acaba bu sırada BENi kaybeder miyim diye.

Neydi bizi birbirimizin hayatından atan? Cevabı açık sanırım; içimde ölen o çocuk birbirimizin hayatından attı bizi. Güzel yüzlü bir kız olacaktı oysa. Öyle güzel olacaktı ki; ikimize benzeyecekti. Önce minicik elleri, bembeyaz bir teni olacaktı hemen kızaran, lüle saçları dökülecekti omuzlarına biraz büyüyünce, çokta zeki olacaktı. Bizim gibi çok başarılı olacaktı. Aynı zamanda da bir o kadar yalnız! Bir o kadar mutsuz olacaktı bazen! Her şeyi yapabileceğini düşünürken, belki de bir çocuğu yaşatamayacaktı annesi gibi. Kayıp gidecekti içinden; hayatın garip çelişkisi karşısında yapayalnız kalacaktı sonra. Yanında kimler olursa olsun, her yıkımın yalnız yaşandığını görüp ağlayamayacaktı bile. Cevap bu, varlığı bütünlüğümüzü tamamlayacak kızımızın yokluğu, olan bütünlüğümüzü de parçalamıştı.

Şimdi yanımda yatıyorsun, tenine dokunabilecek kadar yakınında ama bundan neredeyse korkacak kadar uzağındaydım. Nereye kadar devam edecek böyle? Bir çocuğu içinde hissetmek ve tabutunun bedenin olmasının nasıl bir yıkım olduğunu anlayamıyorsun. Bu acıyı bile yalnız yaşıyorum; sense hayatımın bitişiğinde, yatağımda uyuyorsun şu an. Kaç gecedir uyumuyorum saydın mı hiç? Ya da ne kadar zamandır birbirimizin gözlerine bakmıyoruz?

Neden yazdım bunları merak ediyorsun şimdi değil mi? Ben bu bitişik hayatı bırakıyorum haber vermek istedim. Yarın sabah uyandığında günler sonra ilk kez uykuda bulacaksın beni, derin bir uykuda. Nedenini bil istedim.


03/03/2007 – 26/05/2007

Ay Kadını

Resimler Romanya'lı sürreal fotoğraf sanatçısı Madalina Iordache-Levay 'a ait. "Sürreal fotoğraf mı olur?" demeyin değişik çalışmaları olan sanatçı, çalışmaları için “Ben fotoğraf çekmiyorum, onları yapıyorum” diyor.

4 Haziran 2009 Perşembe

DOKUNUŞ


Bir şehrin son gecesini yaşamak , bir kadınla son kez yatmak gibi.
Son olduğunu bilmenin verdiği bir tatmin isteği.
“Keşiften geriye bilinmedik bir şey kaldı mı?” soruları,
Son bakışlar, dokunuşlar
Bir dolunay gecesi hafif aydınlık gökyüzüne gönderilen dualar,”belki bir gün yeniden” diye verilen sözler gibi.
İhtirasın verdiği garip bir gel-git.
Gecenin ardından toplanması gereken bir yatak gibi toplanan bavullar
Ve son bir dokunuş...

Ay Kadını

Resim: Internette görüp beğendiğim bir resim, fakat isim yoktu. Resmin altında kimlik belirtebilecek "Memik" ismi dışında bir bilgim olmadığı için kaynak veremiyorum.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

TEKERRÜR



Tik tak dedi saat
Tik tak.
Kalk dedi hayat
Tik tak diyor bak
Her tik seni bu andan alıyor.

Tak tak dedi kapı
Tak tak.
Aç dedi kapının ardındaki
Bak tik taklar peşi sıra ilerliyor.

Tak taklar kesilip
Tik taklar derinleşince,
Hiçbir şey yapmamanın
Olanlardaki payını küçültmediğini gördüğünde,
Bir kapı arkasında ellerin kucağında
Ah ahlara başlıyorsun.

Tekerrür eden tarih değil,
Alıştırmaya çalışan zaman
Görmüyorsun!

17/05/2009 03:17 Erdek
Ay Kadını

2 Mayıs 2009 Cumartesi

AŞIK ŞEHİR


Kalemimi arıyorum. Nerde? İç gözde olmalıydı, ufff... Ne çok karışmış bu çanta! İstemeden yanımdaki bayana rahatsızlık veriyorum ama buldum kalemimi, şoför bey frenleri daha yavaş yaparsa dilediğim gibi yazabilirim şimdi.

Boğazın en güzel noktasındaydım; belediyecilerin “kamu menfaati” için “kamunun huzurunu kaçırdığı" yerde; Barbaros iskelesinin yanında, eski çay bahçelerimizin enkazının üzerindeydim. Alt taraftaki çıkmayı yıkmışlar, uzamış denizle aramızdaki duvar. Oysa ne sevgiler, ne kahkahalar, ne hüzünler yuvarladık buradan denize biz;
daha alçaktı o zaman duvar.

Trajikomiktir, çay bahçelerinin yıkılması ile aşağı yukarı aynı dönemde yıkılmıştır, burada, bu manzara karşısında delice savunduğumuzu sandığımız değerlerimiz, inançlarımız . Tam iskelenin karşısındaki harabeyi birileri almadan önce biz almayı planlamıştık; kütüphane yapacaktık. Sade ama dopdolu bir kütüphane olacaktı, rafları eprimiş halk kütüphanelerine benzemeyecekti ama halk için olacaktı. Kârımız kitap olacaktı, daha çok kitap. Öyle çok paraya ihtiyacımız yoktu, finansmanımızı karşılayacak sponsorlara ihtiyacımız vardı sadece; olanaklıydı o günlerde idealler. Her şeyi düşünmüştük, mimarisinden finansmanına kadar, her işe uygun birilerini de atamıştık. Sonra birer sigara yakıp denize dönmüştük. Kim bilir (!) hangi amaca hizmet için almışlardı hayallerimizi, derinden üzülmüştük. Bugün dışına çekilen koruma duvarlarına bakıp bir daha üzüldüm geçmişe.

Boğaza döndüm yüzümü, içim nasıl huzurlu, bütün gece bir bankta boğaza karşı oturmak istiyorum; telefonum çalmadan, saate bakmadan, hatta konuşmadan, bu şehirle beraber olmak istiyorum. Sigaram bitiyor, iskeleden Kadıköy vapuru kalkıyor ve bir dilek diliyorum “canımı alırken boğazı göreyim Allah’ım” diyorum.

Veda vakti geliyor ama bir sigara daha içmek istiyorum, ileriki büfeden bir Murattı-light alıyorum. Gözlerime bir çıkış var, hissediyorum, tam hüzünlendiğim anda gülümsüyorum.

İleride şehrin değil, şehirlinin pisliğini temizlemeye çalışanlar çekirdek kabuklarını, pet şişeleri, sigara izmaritlerini süpürüyor; içimde bir sızı hissediyorum, yoruyorlar bu şekilde sevdiğimi. “Deniz yutsa ve ardından kussa keşke bunu yapanları” diyorum.

Boğaza dönüyorum yeniden, karşı yakaya, köprüye, denize, vapurlara,eğlence gemilerine, balıkçı kayıklarına bakıyorum; önümdeki sessizlik ve huzuru, ardımdaki telaş ve karmaşayı dinliyorum. Birkaç saat önceki huzursuzluğumdan , öfkemden geriye salt huzur kalıyor. Uzun zamandır ihmal etmişim kendimi, unutmaya yüz tutmuşum bu kaldırımları, düşünüyorum. Yolları yorsa dahi daha sık görmeliyim sevdiğimi. Öpüyorum rüzgar yanaklarından ve mecburi istikamete doğru yola çıkıyorum.

30/04/2009 21:20 Beşiktaş
Ay Kadını

Resim aslında bir kartpostal, fluluğunun nedeni de bu. Dedem İbrahim Sağ'ın koleksiyonum için verdiği, tahminine göre 1950 lere ait bir kartpostal.

28 Nisan 2009 Salı

BOŞLUK UĞRUNA


Siber alemde, olmayan insanlara sevgi ve güven besliyoruz, artık. Çünkü burada beden yok cümleler ne kadar iyi kurulur, ne kadar etkileyici olursa o kadar artar şansınız. Birkaç da güzel fotoğrafınız varsa tamamdır bu iş!

Bu alemde, varlığından bile emin olmadığınız insanların “duygularından” emin olabilirsiniz(!). Oyunlarınıza iyi defans yapıyorlarsa birde... Aslında evrendeki hiçbir şeyin doğruluğundan emin olamayacağımız gerekçesi var ortada, doğrudur, emin olamayız. Fizik kuralları bile değişebilirken sadece gördüğümüz ya da gördüğümüzü sandığımız şeye inanmak doğru olmayabilir. Ama ellerimizle oluşturduğumuz suni bir evrende nefes almaya çalışırken “doğru oynamanın” en büyük kural olduğunu hepimiz biliyoruz .

Gel gör ki o kadar aç bırakıldık ki güvene, güvensizliğin içinde aramaya başladık. İnanmaya olan açlığımızı gerçeklerle değil yalanlarla doyurmaya çalışıyoruz; direndikçe batıyoruz ama yine de direniyoruz. Hepimizin gerekçesi farklı olsa da güveni ararken hepten hastalıklı ruhlara sahip oluyoruz. “Peki ya yalansa tüm söyledikleri?”, kim bilebilir ki? Biz sadece söylenene inanmakla mükellefiz bu sofrada da. İnanacağız ya da inanmış gibi yapacağız. Neticede oyunun bir parçası olduktan sonra sürekli rolümüze uygun doğaçlamalar yapmaya mecbur kalacağız. Çembere bir halka daha eklenecek böylece , sonra birileri şarkılar söyleyecek “ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın” diye; oysa ne içinde ne dışında tam da çember olmaya başladığımızı anlayınca “ben”i feda etmiş olacağız, evrenin beşinci unsuru "boşluk" uğruna.

Ay Kadını' 2007-2009

Resim : Salvador Dali

26 Nisan 2009 Pazar

NEDEN YAŞADIM KADIN BEN


Bakır küpelerin vardı
Uzun siyah saçların
Sonra ellerin, narin ve yazgısız

Bir hercai menekşe
Bir aşk merdiveni olurdu odanın camında
Omuzlarından dökülen siyah şalın ile yürürdün mahallede
Ne kahkahanı duydum ne ağlamanı uzun zamandır
İnce bir gülümseme hüzün kardeşliği dolanırdı yüzünde
Bir tek ben kül tablasında sigaramı ezerken
Bakışlarını kaçırırdın huzursuzca
Bakışların ellerinden daha beter yazgısız

Yazgısız oldu ölümünde aniden, sessiz , sedasız
Yatağında porselen bir bebek misali bulduğum sabahtan beri düşünüyordum
Neden yaşadın kadın sen?

Şimdi ise neden öldüğünü düşünüyorum
Yanında olmadığım akşamları
Hiçbir şey bilmediğini, anlamadığını sandığım zamanları düşünüyorum
Birden hayattan uzaklaşmanı

Uzun zamandır soruyordum kendime
“Benden uzaklaştın diye mi dışarıya düştüm? Yoksa ben dışarıya düştüm diye mi benden uzaklaştın?”
Ve hep bana yakın olanı seçiyordum kadehe dolarken altınbaş
Yasemin kokuları arasında

Benim sandığım şeyler, sonuçlarını sırtlanırım dediğim anlar…
Söylesene ne yaşadım kadın ben?

Ay Kadını-Bahar'09

21 Nisan 2009 Salı

İNSAN ACISI


Ellerim çatlamış, ince ince kan toplamış derin çiziklerinde. Öyle bir insan acısı yerleşmiş ki her zerresine, midemi bulandırıyor ara ara.

İlaçlar sürüyorum, dualar okuyup üflüyorum ama nafile.

Bir kadın bedenindeki her ayrıntıyı makyajlamaya gücünüz yetse de, ellerine yapamıyorsunuz aynı şeyi. Hemen ele veriyor yüzünde sakladıklarını elleri.

Ay Kadını'Geçiş

Resim ile ilgili bilgi için:
Weeping Nude
Edvard Munch

GEÇMİŞİN RESİMLERİ

Fotoğraflardan hatırlarım çocukluğumu...
Çocuk olduğumu oyuncaklarımın arasındaki fotoğraflarım hatırlatır bana.
Simalar tanıdık yaşamlar farklı şimdi
Çok bilinmeyenli matematik denklemi geçmişin resimleri.


Ay Kadını

8 Nisan 2009 Çarşamba

FAHİŞENİN FORMU




Adım... yok benim! Kaldırım kokar tenim. Islak vücutlara bir değer bir çekilirim. İsimsiz sevdalar yaşar, yalnızlığa prangalar takarım.

Yaşım... yok benim! Nüfus kağıdındaki ile tutmaz yaşadıklarım. Kaç yıl geçirdim bilmediğim hayatlarda, tanımadığım insanlarla, saymadım.

Cinsiyetim... kadındım herhalde. Unutturdular! Çok oldu hatırlamayalı ne kadınlığımı ne de insanlığımı.

İşim...şeyy! Aman be abi, soracak başka bir şey mi bulamadın? Fiyatta anlaşırsak sana da anlatırım.

Ay Kadını'05

6 Nisan 2009 Pazartesi

BİZ

Biz, sallanan bir diş gibi duruyor bu kelime, öylece, orta yerde; ama saklı bir ağzın içinde.

Ay Kadını'Rüyâ zamanı

4 Nisan 2009 Cumartesi

GÖLGESİZ AİDİYET


Karanlıklar ülkesinin gölgesiz insanları
Ne dünleri vardı ne de bir yarınları
Tatsız bir şakaydı sanki varoluşları
Olmayan gölgelerinde saklıydı rüyaları

Kapatmıştı tüm yolları ülkenin yağmurları
Çıktılar yola gölgesiz ülkenin insanları
Karanlıklar ülkesinin kapanmış tüm yolları
Sürgüler de aşınmıştı, kırdılar kapıları

Karanlıklar ülkesinin olmayan sınırları
Sular seller almıştı şimdi tüm yolları
Harap, virandı gölgedeki sokakları

Karanlıklar ülkesinin gölgesiz insanları
Kapılarının dışında varmış gibi bekleyen
Hepsi de koşar adım kaçtılar gölgesizlikten

Tükenince sınırsız sandıkları yollar
Gördüler aydınlığı gölgesiz insanlar
Değince güneşe karanlığa alışkın tenler
Ait oldukları bedene eklendi gölgeler

Mart'09 Ay Kadını& Ahmet Aydemir

Bana şiirine ortak olmam için dizelerini veren ve ilk defa bu tarz bir şiir yazmama vesile olan Ahmet Aydemir'e ve kalemine teşekkür ederim:)

Fotoğraf 2009 Pulitzer ödüllerinden. Haber fotoğrafı ödülünü Haiti'deki kasırgadan sonra yaşanan dramı fotoğraflayan Patrick Farrell kazandı. Çadır kentinde çocukların gölgeleri geceye vuruyor.

20 Mart 2009 Cuma

İZAFİYET

İkiye ayrılan bir çekirdek vardı hani, adaletsizce. Adaletsizce, çünkü ikiye ayrılmak çoğu zaman iki eşit parçaya bölünmek demek değildi.

...Ve diğerinden biraz daha büyük olan parça, kendisinden ayrıldığını düşündüğü, daha küçük parçaya baktı ve artık biraz daha eksik olacağına üzülüp, küçük parçaya acıdı. Döndü çember, dünya değildi dönen, zamanın ta kendisiydi.

Halbuki dünya küçüktü, hayatsa kısa ve yanılgılar ile doluydu dünya. Hayatı dolduran zaman, dünyanın içinde geçiyordu ya, aslında ekvatordan basık kutuplardan şişkin olan, dünya değil, zamandı. Başı ve sonu basık, ortası sınırsız gelirdi insana. Her insan bir zaman olduğundan da içinden çıkılamayan sarmalda izafi denilmişti, bizi ölçmek için koydukları araca.

Hem izafiydik hem sonsuz. Halbuki ne kadar da kolaydı O’nun düşüncesini anlamak. Tahminler yürütmek. Biz sonsuzduk ve anlaşılabilir, O sonlu idi ve izafi.

Adalet iki ucu keskin bir bıçak ne yanı tutsak eller kan olacak; ya Biz’in kanı bulaşacak bıçağa ya O’nun kanı ellerimize. Bu sebeptendir ki her bölünme adaletsiz sayılacak; sinsice bir sevinçle. Oysa koza nasıl üzülürse çatladığında ölecek diye, içinden çıkanı bilmezse ve tırtıl ne denli çirkinse kelebeğin güzelliğine inat; öyle adaletlidir bu izafi dünyada hayat.

Ay Kadını, Mart'09

21 Şubat 2009 Cumartesi

Kırıklarımı, yere düşen bir kurşun kalem misali, dışım saklar.

Ay Kadını Aralık'08

AY

Ateşte boğulur
Suda yanar
Gündüz kaybolur korunur
Gece ây-ân olur korurum

Ay Kadını Aralık'08

17 Şubat 2009 Salı

Cankurtaran'da tren yolunun arkası... Tek katlı kapısı açık evler...




2007 kışı, Cankurtaran...
Lapa lapa kar yağıyor, elimizde makinalar, tripotlar; üzerimizde kat kat kazak, mont, eldiven, atkı, bere ne ararsan; çekim yapmaya gitmişiz. Burnum kıpkırmızı olmuş, öyle soğuk ki. Tren yolunu çekiyoruz, kapıları çekiyoruz, ışığı ayarlamaya çalışıyoruz...

Sokak akşamdan kalmış, leş gibi alkol soluyor üzerimize; üstü başı pis içinde. Zaten bir serserilik var teninde, bunlarla birleşince garip bir gel-git yaratıyor insanda.

"Aman" diyoruz birbirimize, "dikkat!Burası "'Can'kurtaran""; çingenler çıkıyor sokaklardan, meraklı teyzeler, elleri ceplerinde ağızlarında sigaralar "televizyona mı çekionuz coccuhlar" diyen amcalar.

Havası farklı sanki bu tenin; "uzak" ama "itici" değil. Seviyorum burayı, "çekilecek çok şey var burda" derken üç velet çıkıyor önümüze. "Gelin bakiim" diyor Özgür, sokağı çevirmiş gümüş levhanın karşısına geçiriyor çocukları. "Sizin fotoğrafınızı çekeceğiz" diyor. Kıkır kıkır gülüyor, birbirlerine sataşıyor, "durun bakayım" diyince her biri diğerini dürtüklüyor; ama dek durmak ne demek bilmiyor bu çocuklar. Kanları kaynıyor resmen, biz donarken, onlar böyle üzerlerinde incecik kazaklar, ayaklarında terlikler duruyorlar karşımızda.

Nineleri görüyor tek katlı kapısı açık evin kapısından, bir çığırıyor ki sormayın "Gelin burayaaa, neydiosunuz ordaaa!". Bir yandan gözlemleyip güler, diğer yandan fotoğraf çekmeye çalışırken; karanlık odada bu görüntü yansıyor ilk bastığım fotoğraf kağıdına.

Ay Kadını'09