29 Ağustos 2010 Pazar

İHANET


Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değiller, yakın bile değiller.
Birbiri arkasında yaşadığımız bu hayatlar,
tarih olarak yığılmış, türlerin israfı,ışığın ve yolun tıkanması,
olması gerektiği gibi değil,
hiç değil, dedi.

Bilmiyor muyum?
diye cevap verdim.
Uzaklaştım aynadan.
Sabahtı, öğlendi, akşamdı.

Hiçbir şey değişmiyordu.
Her şey yerli yerindeydi.
Bir şey patladı,
birşey kırıldı,
bir şey kaldı.

Bukowski

Elleri saçlarında, öylece bakıyordu aynaya, yüzünde ifade yoktu. Gözleri ile aynadaki yansımasını takip ediyordu, karşısındaki sanki bir yabancıydı; daha önce hiç karşılaşılmamış bir yabancı. Parmakları ile saç uçlarını tarıyor , aynadaki yüzün hatlarına hayranlıkla bakıyordu. Ne kadar da güzeldi, kendine iltifatlar yağdıracak ve bunu kimsenin yadırgamayacağı kadar duru bir güzelliği vardı. Neye yarardı? Soğuk bir gülümseme yayıldı bir anda tenine, aslında gülümsemeye hiç de benzemeyen bir şeydi yüzündeki.

Zihninde olanlar dışında bir şey değildi tüm bunlar, her şey düşünceden ibaretti. Bu durumda nasıl oluyordu da, olanlar daha üzerlerinde rütuş yapamadan kontrolünden çıkıyordu. Oysa, ne kadar çok istemişti olanları çok daha önce sonlandırmayı.

Saçlarını bıraktı, sırtını dikleştirdi, ellerini kontrolsüzce dizlerine bıraktı, tuvalet aynasının üzerindeki fotoğraflara baktı, ne kadar da gereksizdi fotoğraflar. Düşündü, bir zamanlar her anın fotoğraflanmasını isterdi... Şimdi ise fotoğraflar olmamalıydı. Yaşananların tek kanıtı, içinde duran bir yün yumağı gibi birbirine sarılmış hikayelerden ibaret olmalıydı; öyleki red ettiğinde kanıtlamaya yetecek hiçbir şey kalmamalıydı.

Olanlar durgun bir deniz gibi serilmişti karşısında ve biliyordu ki, bu hayat ona ait değildi. An gelipte tüm bunlara inanabilecek miydi diye düşünüyordu uzun zamandır. Red ettiğinde gerçeği, ortadan kalkacağına inanbilecek miydi? O’nun gibi...

Dikkatlice aynaya baktı, yataktaki yansımasını gördüğü adamı bir zamanlar sevmiş olamazdı. Gerçeği red edebilen birini, hayatına, yatağına kadar alabildiğine, ona hak etmediği bir dürüstlüğü, hakkıymış gibi verdiğine inanamıyordu. İnanmayı red ettiğinden, yanlış gördüğünü düşünmek isteyişi yüzünden aynı odadalardı şu an. İkiside, red ediyordu bir şekilde.

Bir başka bedene değen tenin, kendi bedenine değmeye cesaret edip edemeyeceğini merak etmişti hep. Şimdiye kadar dürüst davrandığını düşündüğü bir teni, başka bir tene değdiğini bilirken nasıl karşılayacaktı şimdi?

Yeniden aynada kendine baktı, buz gibiydi hatları, hissiz. Kalktı, yatağa yöneldi, pikeyi sıyırıp bir yalanın yanına uzandı. Neyi test ediyordu? Neye hazırlık yapıyordu? Kendi içinde bile net değildi. Yatağındaki yabancı bir şeyler söylüyordu, seçemiyordu kelimeleri, duyduğu sadece uğultuydu. Yüzüne baktı, gördüğü şey gülümsemeye benzemiyordu ama teknik olarak gülüyordu. Değişik bir şey geziyordu yüzünde dışa vurulmaya çalışılan ama içeri duyulan bir kin gibi. Bulaştırmak istercesine içindekini, elini kadının tenine değdirdi adam. Bir iğrenti ile irkildi ve hiçbir şey söylemeden kalktı yataktan kadın. Adamın yüzü dalgalanmış, çıkarttığı uğultu gittikçe boğuklaşmaya başlamıştı.

Kapıya yönelen kadın odadan çıkarken, yataktaki yarı doğrulmuş adama baktı; yüzünde hiçbir his yoktu, içinde de. Emin olmaktan ilk kez bu denli rahatsızdı sadece. Tek kelime etmedi, bir an “neden böyle davrandığını” soran sesi uğultudan ayrıştırdığında, güldü; katıksız, neşesiz ama tam bir gülüştü üzerindeki, karşıdakini çıldırtabilecek kadar gerçek bir gülümseme. “Git” dedi. Bunu söylemiş miydi? yoksa zihnindeki seslerle mi karıştırmaya başlamıştı olanları? Seçemedi. Kendi sesini duymak istercesine tekrarladı ardından “Git!” ve ekledi, “İnsana karşı duyduğum saygıyı yitirmeme sebep olmadan git!” .

Tuğba Makina'10 (Defter arasında bulunmuş 2008 yılına ait bir taslak ve 2010'da getirilen devamı...)

*Resim : Edgar Degas - Aynanın Önünde 1885-6 pastel boya 49x64cm