28 Haziran 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -2

DÜŞÜNME, SORGULAMA, SADECE OL!

Dove, güzellik anlayışımızın ne kadar değiştiğine dair çok güzel bir reklam kampanyası yaptı; hatırlarsınız yaşlı bir kadının kırışıklıkları ile ne kadar doğal ve güzel durduğu vardı reklam serisinin birinde, bir diğerinde sette bir bayana makyaj yapılıyor ardından photoshop ile düzeltiliyor ve muhteşem olduğu düşünülen bir bayan afişlerde yerini alıyor. Markanın güzellik anlayışını bağladığı nokta çok kritik “özgüven”. Güzel görünme kaygısı ile birçok kişinin özgüven eksikliğine uğradığını söylüyorlar.

Güzellik ve estetik filozoflardan sanatçılara herkesin yüzyıllardır tartıştığı ve bir türlü sonuçlanmayan bir tartışma konusudur, düşünüldüğü müddetçe tartışılabiliyor tabii. Oysa güzellik gerçekten tehlikeli boyutlarda, ölçülere bağlandı. Gözümüze güzel görünen şey, içten gelen değil öğretilen artık. Öğretilen güzellik anlayışı ile beğeniyoruz birbirimizi, nesnelerden farksız.

Aynı fabrikadan çıkmış “ürünler” gibi insanlarla karşılaşıyoruz her gün her yerde. Geçen gün bir kafede otururken, yan masaya yaş ortalaması 20 olan bir grup sarışın ve karamel bayan ellerinde muhtelif markaların poşetleri ile oturdular, bir tanesi 2 ay kadar önce incecik olan dudaklarına yaptırdığı botokstan bahsetmeye başladı, şu an gayet dolgun ve yapay olan dudakları ile.

Bu bayana dudaklarının “ince” ve “çirkin” olduğunu (alttan altta) söyleyen kimdi acaba? Hangi güzellik uzmanı? Hangi moda eleştirmeni? Estetiğin kendini iyi hissetmek için yapıldığını şiddetle savunan bankerlerden hangisi acaba? Belki de dolgun dudaklı Angelina Jolie’nin fazla güzel ve seksi bulunmasından kaynaklanıyordur bunlar? Öyle mi?

En başından başlayan bir sarmalda, daha derinlerde bir şeyler olmalı. Okulda farklı görünenin dışlanmasından başlayan; farklı olmanın karşı olmak anlamına geldiğini, karşı gelmeninse yalnız kalmak olduğunu söyleyen ideolojilerle devam eden; yalnızlığın depresyon nedeni olduğunu, mutlu olmak için topluma uyum sağlamak gerektiğini söyleyen fakat uyum sağlamanın “aynı” olmak “kişiliksizleşmek” anlamına geldiğini sanan uzmanlarla (!); çok satmak isteyen markalar, çok beğenilmek istenen ünlüler ve tümünü pazarlayan medya ile pekişen bir süreç bu bence. Tabii daha bir çok taş var bu arada, bu süreci destekleyen.

Süreç her cephede bir soğuk savaş kıvamında sürüp gidiyor. Sorgulamanın öğretilmediği, aksine unutturulduğu kuşaklarla doluyor dünya, sonuç: savaştaki karşı cephe düşüyor. Okumayan, yazmayan, üretmeyen, sadece olan. A yazarı gibi olan yazarlar, B artistine benzeyen artistler, C gibi saç yaptıranlar, D markasını giyinenler … oluyorlar. Eskiye duyulan özlem de tuzu biberi oluyor her şeyin; ebeveynler farkında olmadan destekliyorlar bu soğuk savaşın güçlü kısmını, bireyliği ev içinde kabul etmeyerek, çocukların hep birileri gibi olmalarını bekleyerek. Onlarbir tek kendileri olamıyorlar sonunda. Çünkü, uzmanların (!) söylediğinin aksine mutlu olmak aynı olmaktan değil, kendin olarak uyum sağlayabilmekten geçiyor. Birini anlamak için “O” olmak gerekmiyor aslında. Hepimiz Hırant olmadan, Filistin olmadan anlayamıyorsak O’nu, anlamak bunun neresinde kalıyor? Kişiye özgü ciğerlerimiz, aklımız , kalbimiz , idrak mekanizmamız olmamısının ne anlamı kalıyor?

Her geçen gün estetik operasyonlarda yaş ortalaması düşüyor, kitap / gazete okuma oranı düşüyor, fuhuş ve uyuşturucu ticareti hız kazanıyor, beden teşhiri ile uluslararası yarışmalarda puan kazanılmaya çalışılıyor, kendine ait olmayan yaşamlarda yaşından ve aile yaşantısından çok farklı ama “herkes”den biri olan kuşaklarla doluyor dünya. Özgüvensiz insan toplulukları oluşuyor sonunda. Güzellik anlayışımız ne kadar değişti gerçekten de fakat yanında sorulacak başka sorularda var; insani değerlerimiz, yaşama amaçlarımız, insan olma özelliklerimiz ne kadar değişti?

İyi pazarlar, sorularla dolu günler dilerim...

Tuğba Makina



21 Haziran 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -1

Uzun zamandır düzenli köşe yazıları yazacağıma dair planlar yapıyorum. İlk başta Pazar yazıları yazmaya niyetlenmiştim üzerinden uzun zaman geçti yaz(a)madım; Emre Küçükoğlu yazmaya başladı; harika bir şekilde ve istikrarlı olarak da devam ediyor, tebrik ediyorum. Bugün bende bir yerden başlamalıyım dedim.

Aslında beni bunları yazmaya iten asıl güç itiraf ediyorum ki başka. Capital dergisinde okuduğum enerji araştırması peşinden aklımdan bir sürü şey geçti ama yazmaya müsait olmadığımdan kısa sürede uçtu gittiler dimağımdan. Ve bugün onları geri çağırmaya karar verdim.

Capital dergisinin Enerji dosyası - Başlık : MİLYAR DOLARLIK YATIRIM YARIŞI. İçerikte hangi şirketin ne kadar yatırım yaptıkları, hedefleri, devletin sektör hedeflerinden bahsediliyor ve yatırım yapan şirketlerden kişilerin söylediklerine yer veriliyor; bir de bilirkişi olarak İTÜ Petrol ve Doğalgaz mühendisliği bölümünden bir profesör düşüncelerini bildiriyor. Sektörde yatırım yapanların, olayların dezavantajları es geçmelerini bir nebze anlaşılabilir buluyorum, profesörün söylediklerine takılmam bundan. Profesöre ayrılan kısmın başlığı “Çözüm nükleer enerjide” içerikte “Unutulmaması gereken bir gerçek de rüzgar, güneş ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin kesintili ve sınırlı kapasitede yapıldığı. Dolayısıyla bunlar enerjide kısmi bir çözüm olabilir . Esas çözüm ise yıl boyunca 24 saat çalışan hidroelektrik ve nükleer santrallerin yapımında yatıyor.” diyor. Hocanın demek istediği tam cümledeki gibi midir? Yoksa bu mana bir gazeteci marifeti midir bilinmez. Fakat ilginç olan şu ki, kolektif bir hareketle, nükleer enerji santralleri sadece halkın yanlış baktığı için zararlı gördüğü bir noktaya taşınmaya çalışılıyor.

Peki Nükleer Enerji nedir?

Nükleer enerji, bir atomun çekirdeğinde gerçekleşen reaksiyonlar sonucu oluşan enerjidir. Çekirdek reaksiyonları genel olarak bir kütle kaybı ile gerçekleşir. Nükleer santraller, ısı üretmek için nükleer reaksiyonu kullandıkları ve bunun sonucunda çevreye salınmaması gereken radyoaktif maddeler ürettikleri için, bazı ek sistemler kullanırlar.

Avantajları ve Dezavantajları nelerdir?

Avantajları
- Çok az yakıt ile çok büyük enerji elde edilir.
- Karbondioksit, kükürt dioksit, azot oksitler gibi asit yağmurlarına yol açan çeşitli gazları atmosfere bırakmazlar.

Dezavantajları
- En ufak bir hata çok büyük bir faciaya yol açabilir (Hatırlayınız : Çernobil).
- Artık maddesi çok tehlikelidir ve bu sorun henüz çözülememiştir.

Atık Madde Sorununun Boyutu Nedir?

… Nükleer santraller (...) her yıl toplam 12 bin ton nükleer atık üretiyor. Bu atıkların tam olarak nerede depolanacakları ise tam bir bilmece. Zira başta Avrupalı ülkeler olmak üzere birçok devlet kendi topraklarında nükleer atık depolamak istemiyor. Bunun nedeni ise nükleer atıkların etrafa yaydıkları radyasyonun çok ölümcül olması ve bir felaketin yaşanmaması için atıkların uzun yıllar büyük bir dikkatle saklanmasının gerekmesi.Bu teknolojiyi kullanan ülkeler atıkları 70 dereceye varan yüksek ısıları nedeniyle önce santral yakınlarında bulunan soğuk su havuzlarında 5 yıl bekletiliyor.Ardından da soğuyan atıklar toprak altına gömülmeden önce ışıma oranı düşmesi için toprak üzerinde bulunan ara depolarda yaklaşık 30 yıl daha bekletiliyor. Son depolama ise 55-60 cm kalınlıkta beton ve çelikten imal edilen atık depoları ile yapılıyor.Bu depolar ise 200-900 metre arasında değişen derinliklere gömülüyor.Ancak atıklar gömüldükten sonra da en az 300 yıl boyunca sızıntılara karşı denetlenmek zorunda.Nükleer atıklarla ilgili en büyük sorun ise atıkların çevreye çok uzun yıllar aralıksız olarak radyasyon yaymaları. Örneğin, nükleer atık içerisinde bulunan Plutonyum 239 adındaki izotopun radyasyon yaymaması için ise yaklaşık 293 bin yılın geçmesi gerekli. ( Mustafa Fazlıoğlu )

Boyutu giderek artan nükleer reaktör atıkları sadece bir ekonomik sorun değil, çözümü zor bir risk oluşturmaya başladı. İnsanoğlunun bilgi ve tecrübesi binlerce yıllık depolar yapmak için yeterli değil. Zaten nükleer enerjideki asıl sorunda burada yatmaktadır. Avrupa'da "kapalı" tuz kayalarında, ABD'de yine "kapalı" granit kayalarında planlanan yeraltı depoları bir türlü açılamamış ve söz konusu yeraltı katmanlarının sanıldığı gibi kapalı olmadığı görülmüştür. Sorunun çözümü olarak görülen yer altı depolarının bir türlü devreye girmemesi de , çözümün yetersizliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. (Senem Tekinkoca)

Bu kadarcık bilgi ile bile aklımıza takılması gereken sorular olmalı;

- Ana soru : Nükleer enerji neden bu noktaya taşınmaya çalışılıyor ? Bu sorunun cevabı kanımca iki alanda aranmalı; uluslar arası alanda (Bakınız : Kyoto protokolü Madde 3.14 ve Madde 10 - Kaynak transferleri) ve ulusal alanda(devletin bu alandaki politikaları ve teşvikleri).

- Yenilenebilir enerji, Kyoto protokolü, alınan önlemler, çevre kuruluşlarının ve STK’ların tepkileri, basının konuları sürüklemek istediği nokta; geleceğimiz nokta nedir ? Yapılmaya çalışılan nedir?

Bir Pazar günü, ilk yazımda bu kadar cevapsız soru bırakmak istemezdim ardımda fakat cevapları hakkında benimde sadece fikir yürütebildiğim bu soruları önce biraz da sizin düşünmenizi istedim. Benim cevaplarımı ilerleyen yazılarda sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

İyi pazarlar, sorularla dolu günler dilerim…

Tuğba Makina

6 Haziran 2009 Cumartesi

BİTİŞİK HAYATLAR

Yanımdaydın… Gözlerimin içindeki çığlığı göremiyordun ama yanımdaydın. İçimden garip bir şey akıp giderken, bana dair bir şeyleri kaybederken ve yenilerini yerine eklemeye çalışırken, küçük bir çocuk misali saçmalarken, yanımdaydın. Bir çocuğu büyütür gibi vakurlu ama nasıl büyüdüğünü göremeyecek kadar heyecanlıydın.

Yanında olmak ne demek ki? Gözlerine bakmak? Tenine dokunmak? Anlamak?

Gözlerime bakıyordun, tenime dokunuyordun ama beni anlayamayacak kadar uzaktaydın. Zaten yanındaki birinin sana nasıl bir yardımı dokunabilir ki? Hiç. Hiçbir şey yapamaz sana yanındaki. İçinde olmalı yardım edebilmek için. Seni hissedebilmeli, ne hissettiğini neler hissedebileceğini anlayacak kadar içinde olmalı, ki sana yardım edebilsin. Oysa biz… Hayatlarımız bitişikti. Yan yana yatıyorduk, aynı gardroptan giyiniyor, aynı masada yemek yiyor, aynı banyoyu kullanıyorduk ama birbirimizin hayatının içinde değildik. Yalnızca bitişikti hayatlarımız. Yalnızca. Yanındakinin ayakta kalması diğerinin de sağlam durmasının ön koşulu olduğu için istiyorduk iyi olmamızı beklide. Yanımda olduğunu söylerken içimdeki çığlığı göremiyordun. Gülümsüyordum, gerçekten gülüyorum sanıyordun. Ve ben yine her zamanki gibi içime susuyordum. Sustukça derinleşiyordu içimdeki kuyu ve çığlık sanki daha bir derine iniyordu her duyuluşunda. Çok korktum acaba bu sırada BENi kaybeder miyim diye.

Neydi bizi birbirimizin hayatından atan? Cevabı açık sanırım; içimde ölen o çocuk birbirimizin hayatından attı bizi. Güzel yüzlü bir kız olacaktı oysa. Öyle güzel olacaktı ki; ikimize benzeyecekti. Önce minicik elleri, bembeyaz bir teni olacaktı hemen kızaran, lüle saçları dökülecekti omuzlarına biraz büyüyünce, çokta zeki olacaktı. Bizim gibi çok başarılı olacaktı. Aynı zamanda da bir o kadar yalnız! Bir o kadar mutsuz olacaktı bazen! Her şeyi yapabileceğini düşünürken, belki de bir çocuğu yaşatamayacaktı annesi gibi. Kayıp gidecekti içinden; hayatın garip çelişkisi karşısında yapayalnız kalacaktı sonra. Yanında kimler olursa olsun, her yıkımın yalnız yaşandığını görüp ağlayamayacaktı bile. Cevap bu, varlığı bütünlüğümüzü tamamlayacak kızımızın yokluğu, olan bütünlüğümüzü de parçalamıştı.

Şimdi yanımda yatıyorsun, tenine dokunabilecek kadar yakınında ama bundan neredeyse korkacak kadar uzağındaydım. Nereye kadar devam edecek böyle? Bir çocuğu içinde hissetmek ve tabutunun bedenin olmasının nasıl bir yıkım olduğunu anlayamıyorsun. Bu acıyı bile yalnız yaşıyorum; sense hayatımın bitişiğinde, yatağımda uyuyorsun şu an. Kaç gecedir uyumuyorum saydın mı hiç? Ya da ne kadar zamandır birbirimizin gözlerine bakmıyoruz?

Neden yazdım bunları merak ediyorsun şimdi değil mi? Ben bu bitişik hayatı bırakıyorum haber vermek istedim. Yarın sabah uyandığında günler sonra ilk kez uykuda bulacaksın beni, derin bir uykuda. Nedenini bil istedim.


03/03/2007 – 26/05/2007

Ay Kadını

Resimler Romanya'lı sürreal fotoğraf sanatçısı Madalina Iordache-Levay 'a ait. "Sürreal fotoğraf mı olur?" demeyin değişik çalışmaları olan sanatçı, çalışmaları için “Ben fotoğraf çekmiyorum, onları yapıyorum” diyor.

4 Haziran 2009 Perşembe

DOKUNUŞ


Bir şehrin son gecesini yaşamak , bir kadınla son kez yatmak gibi.
Son olduğunu bilmenin verdiği bir tatmin isteği.
“Keşiften geriye bilinmedik bir şey kaldı mı?” soruları,
Son bakışlar, dokunuşlar
Bir dolunay gecesi hafif aydınlık gökyüzüne gönderilen dualar,”belki bir gün yeniden” diye verilen sözler gibi.
İhtirasın verdiği garip bir gel-git.
Gecenin ardından toplanması gereken bir yatak gibi toplanan bavullar
Ve son bir dokunuş...

Ay Kadını

Resim: Internette görüp beğendiğim bir resim, fakat isim yoktu. Resmin altında kimlik belirtebilecek "Memik" ismi dışında bir bilgim olmadığı için kaynak veremiyorum.