22 Aralık 2009 Salı

LÂL


“Lâl oldum!
Lâl oldum!
Ya rabb!
Lâl oldum kendime
Lâl oldum içime
Lâl olmuş dillerin ardında
İhanetin eskitemediği bir umut vardır”

Murat Çelik

Koca bir adam gövdesi sallandı, o an dünya sarsıldı. Dengesini kaybetti. Ne kadar olduğu kestirilemeyen bir süre, andan uzun dalgalandı zamanın iki ucunda. Bir anın içinde dünya zamanını kaybetti.

Çığlıklar atmak, cevabını duymadan devamını sormak, tükürmek, içinde biriken irini dışarı atmak istedi bedeni. Gözleri açıldı. Dudakları atıldı. Kulakları açtı bütün yollarını, geleceklere.

Tükürmek istedi gözleri gördüklerine, ama tam yerlerinden çıkacakken, atılıp gözlerin isteklerini yerine getirmek istedi aşığı olan dudaklar. İmkansızlığından olsa gerek, gözleri buseleri ile yakmanın hayalini kurardı onlar. Her hayalin sonu ölümdü oysa onun yolunda; onulmazlığından, dokunulmazlığından. Fakat felaket karşısında dudaklar da gördü, aşk yolunda ölüm, cahil bir çocuğun düşüydü. Gerisin geri içeri çekilip, dişlere batırdılar kendilerini sonunda, intihar ettiler. Ölmek kolay değildi; kurtuldular ama kana boğdular her yeri. Ağzı kanı tattı; içine küstü, geçit vermedi kimseye o andan sonra. Elleri kurtarmaya çalışırken ağzını, gözlerle karşılaştı. Saklamaya çalışsa da kendini, olanların suçunu üstlenip, içe döndü gözleri.

Bağırmaya başladı kulakları, boğuldu akabinde, olanlar karşısında ne yapacağını bilememenin aczi ile sustu sonra. Susup pus oldu. Safralar akıttı gözler, kan kustu kulaklar, koparılmış bir dille salyalara boğuldu ağız. Sonunda akıtacak safra, kusacak kan kalmadığında, dil öbür yarısına bağlandığında, birbirlerine dönüp baktılar yeniden; hiçbiri eski o değildi. Kıvrımları, dokuları değişmiş, haritaları el değiştirmişti.

Her ses zerresini alıp yakalayacak, yakalayıp mananın içine atacak, kudretli bilge oldu kulak.

En uzak mesafeyi görecek, görüp okuyacak, okuduğunu yansıtacak, evliyalığa erdi göz.

En ateşli hastalık anlarında bile kıvrılıp kalacak, sabırla bakacak, izleyecek, dinleyecek, tadını alacak, bir peygamber oldu dil.

Birbirlerine dönüp baktılar yeniden; hiçbiri eski o değildi. Kıvrımları, dokuları değişmiş haritaları el değiştirmişti.

Acılarına sarılmayı, sarılıp kıymetini bilmeyi öğrenmişlerdi; zira hayat acıları unutturacak acılara gebeydi.

Koca bir adam gövdesi sallandı, o an dünya sarsıldı. Denge bozuldu, irinler kaynadı, kanlar fokurdadı yeniden, ama bu sefer hiçbiri yerinden kalkmadı.

Koca bir adam gövdesi sallandı; küçücük bir kız çocuğu, kocaman ellerinde veda etti saflığına, adamın.

Tek tek yoldu saçlarını, özenle, tek bir tel kalmayana dek.

Tek tek yoldu kaşlarını, özenle, dişi olduğu göze gelmeyene dek.

Sonra, elini attı iki bacağının arasındaki o derin kuytuya; doğurganlığını yoldu tırnaklarıyla. Çekip çıkarttı rahmini. Elinde suçlu suçlu duran et parçasına baktı. Sustu. Doğuramadığı çocuklarının niyetine bağrına bastı rahmini.

Koca bir adam gövdesi sallandı, dünya sessiz kaldı...

Ay Kadını'08

20 Aralık 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR-8

ARALIK KAÇIP GİDERKEN

Soğuklar iyice bastırdı, sokaklarda uzun süre kalamaz olunca, en iyisi ya güzel bir DVD ve battaniye, ya da sinema, sergi, tiyatro arasından seçim yapmak.

Sinemalarda bu hafta gösterime giren, James Cameron’ın bilimkurgu filmi “Avatar” bu sene bir çok ödülü topalayacağa benziyor. Kurgudaki bütünlük, oyuncuların performansları , makyajlar ve çekimler görsel bir şölendi. Bu tarzdaki filmlerin büyük handikaplarından olan, yanlış makyaj ve sahne montajlarında arka plandaki kaymalar, filmde bulunmamakla birlikte; Pandora (İnsanların ele geçirmeye çalıştığı başka bir dünya) ormanındaki canlıların görsel bütünlüğü harikaydı. Film, bilim insanlarının, insanların ve Pandora’daki canlıların DNA’larını birleştirerek oluşturdukları avatarlara, zihin gücü ile hükmederek Pandora’da ki hayatı keşfetmeye çalışmaları ile başlıyor. Araştırmaya destek veren askeri ve ticari kesimin ise Pandora’daki paha biçilemez madenin peşinde olması ile işler birbirine giriyor ve araştırmacıların Pandora’daki hayatları ile gerçek hayatları birbirine karışıyor. Filmdeki ince düşünce taşları da ayrıca hoşuma gitti; Pandora’yı “başka bir dünyadan” gelerek istila eden gücün başındaki Albay, istilaya karşılık savunma için yapılan saldırıyı terör olarak adlandırıyor; Avatar Jake Sully’nin Ewya’ya ettiği duada yardım isterken, burayı gök insanlarının istila edeceği ve sonunda buraya akın akın gök insanın geleceğini, burayı da yok edeceklerini, yeşili kalmayan dünyaya benzeteceklerini söylemesi; cımbızladığım kısımlardan sadece ikisi.

Sabancı Müzesinde 19 Kasımda başlayan ve 28 Şubata kadar açık olacak olan “Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk” sergisini ziyaret edelim dedik geçen hafta. Bir Sabancı Müzesi hayal kırıklığını daha eklemiş olup sepetime, yoluma devam ettim serginin sonunda. Müzeden çıktığınızda “Nam-ı Diğer Aşk”ın tek anlamı İstanbul ve Venedik’in çağrışımından olsa gerek diyorsunuz, ya da yürek şeklinde çizilmiş bir Vedenik haritasından. Açıklamalardaki noktalama hataları, bir duvarda okuduğunuz cümlenin yarısını diğer duvarda bulmanız, sergilenenlerin yanlış ışıklandırıldığı için, tam ortasındaki parıltıdan göremediğiniz kısımlarını saymazsanız belki bir sergi gezdiğinizin farkına varabilirsiniz.

Sonunda yer bulmayı başarabildiğim “Sokrates’in Son Gecesi” oyununun, oyuncularının rahatsızlanması ile iptal edilmesi, seçitiğimiz oyun yerine, tiyatro kapısına kadar gitmişken payımıza düşeni izlememize neden oldu; payımıza düşen "Kral Dairesi"ydi. Oyunda, İstanbul’da bir otelde 3 ayrı çifte kiralanan bir kral dairesi ve yaşananlar anlatılmaya çalışılmış. Dialoğun pek az bulunduğu, oyuncuların çoğu maskeli olduğu için mimik göremediğimiz oyunun konusu da pek çekici gelmeyince, sonuç ilk kez, bir tiyatro oyununu zaman kaybı olarak görmem oldu diyebilirim.

Candan Erçetin’in yeni albümü “Kırık Kalpler Durağında” geçen hafta piyasaya çıktı. Albümde birbirinden güzel parçalar var, ama içlerinde öyle bir parça var ki, Candan Erçetin’i tebrik etmemek elde değil; albümdeki “Ninni” parçası. Şarkıyı benimle paylaşan arkadaşımın da söylediği üzere, şarkı “Türkiye’nin kısa bir tarihi” sanki. Dinlemenizi tavsiye ederim.

Aralık kaçıp gidiyor, yeni bir yıla girmemize az kaldı. Bir gün dönümü hayatımızda ne kadar fark yaratır; savaşlar azalır mı, açlık-evsizlik-AIDS sorunları çözülür mü, yoksa o gün döndükten sonra açıklanan yeni bilançolarla iyice artar mı bu sorunlar? Dünyayı kenara atalım kişisel hayatımızda bir şey değiştirir mi? Bir gün dönümü, daha güvenilir insanlar, daha ahlaklı bir iş ortamı, dürüst bir aşk getirir mi bize? Bilmiyorum ama umarım bu kadar kötü şeyin içinde “yalnız ruhlarımızı” beslememiz için daha güzel filmler, yazılar, oyunlar, sergiler çıkarır önümüze...

Gün dönümünüzün hayatınızı değiştirmesi dileğiyle.

Güzel pazarlar,

Tuğba Makina.

6 Aralık 2009 Pazar

HAFTADAN SONA KALANLAR -7

MIŞ MIŞTA MİŞ MİŞ

Son günlerde sigorta şirketlerinin reklamlarını takip eder oldum. Özellikle, bir sigorta şirketinin radyo reklamına takılmış vaziyetteyim; reklamda arkadaki ses “mış mışta miş miş” diye başlayıp ihmal edilen şeyleri sayıyor. Bir başka sigorta reklamında ise “kaza geliyorum demez” cümlesine atfen, kaza geleceği yere haber veriyor; reklam dizisinin birinde, arabasını park eden bir bayan, arabasının başında duran beye, arabasını birazdan boydan boya çizeceğini söylüyor.

Seçimlerde DTP meclise girdiğinde, “şimdi gelip haritanızı boydan boya çizeceğiz” dedi; eş başkanlığa oturan zât (!) ve kuyrukları, bayraklarını ve kurucularını ilan edip, savundular; “bu ülkenin askeri, terör örgütüne karşı savaşırsa kan akmaya devam eder” dediler; kaza geliyor diye borazan çaldılar; dediler de dediler. Aşırı dinci-Radikal sağcı dedikleri kimileri “mış mışta miş miş, yanlış yönlendiriliyorsunuz, demiyorlar öyle bir şey, takip etmeyin bunları size ileten kaka yayın organlarını” dediler; şövanist davrandı kimileri “mış mışta miş miş, bu ülke daha bitmedi” dedi; sözde aydınlar katillerini haklı çıkartmaya kalktı; “ordumuz var” dedi bir kesim, onu da “her yere kona kona” ekarte etti birileri; Millet ile Milliyet birbirine karıştı. Kaza geliyorum dedi, politik-(h)acılar “amannn!” dedi, “yanlış anlıyorsunuz o öyle olmadı”. George Orwell’in hayvan çiftliğini okurken, çiftliğin domuzlarının her seferinde değiştirdikleri geçmişi ve çiftlik kurallarını gülerek okuyanlara, halimizi düşünerek bir daha okumalarını tavsiye ederim; domuzlara, koyunlara, atlara dikkat ederek, hepsine ülkemizden roller biçerek. Kaza geliyorum der, politika bir tragedya değildir.

Özgürlükler ülkesi İsviçre referandumla camilere minare yapılmasını yasaklıyor*; AB durumun karşısında hoşgörüsüzlük diyor, Amerika kınıyor. İnsan hakkı, özgürlüklere saygı, hoş görü bir tek bizim gibi barbar (!) üçüncü dünya ülkelerini yontmak için gerekli olan alet edevat. Bizde yine “mış mışta miş miş” deniyor, önemli bir sürü işimiz var çünkü; İran’dan şu Uranyum ihalesini hâmimiz Obama desteği ile bir alırsak sırtımız yere gelmez , sonraaa Afganistan’a asker lazım, geri adım atıp “başkasının teröristine” karşı savaşırsak tamamlanacak kare, kendi teröristimize açılım yapmak için yollar aramak lazım... Ermenistan sınırını da kaynattık araya, ama 2009 başlarından bu yana vize muafiyeti anlaşmalarımız devam ediyor, dünyaya açılıyoruz (!). Boş verin gitsin bir şey yoktur olamaz altında zaten, maksat siyasi dialog(!).

Kaza geliyorum der mi hiç…

İyi uykular dilerim.

Tuğba Makina.

(*Fatih Akın, İsviçre'de minare yasaklayan referandum sonucundan dolayı bu ülkede gösterime girecek filminin galasına katılmayacağını açıkladı. )

ARALIK’(T)A(N) BAKMAK

Kasım ayı Ekim kadar olmasada hareketli geçti. Kitap fuarı inanılmaz bir kalabalığa ev sahipliği yaptı, o kadarki bazı yayın evlerinin standlarına yaklaşmak dahi mümkün değildi. Yan salonları dolduran kalabalığa karşın aynı dönemde, aynı alanda yer alan Sanat Fuarı oldukça zayıf bir ziyaretçi kitlesine sahipti. Her sene yapılan şarap ve pasta ikramlarının bu sene olmamasından mı kaynaklanıyor, diye düşünmekten kendimi alamadım açıkçası.

Sinemalar , yayın organları aksini iddia etse de, “kuru gürültü” ile bir çok film sürüldü önümüze son zamanda. Beklenen film (reklamı bu şekilde yapıldı) 2012’nin kötü bir efekt gösterisi olduğunu düşünüyorum. Görüntülerdeki sunilik, senaryonun boşluklarının ve saçmalıklarının yanında sözü edilesi bile değil. Twilight/Alacakaranlık’ın ikinci filmi olan New Moon/Yeni Ay filmi, birinci filminin ve filmin yakışıklılarının (hangi yakışıklı demeyin bilmiyorum :) ) ekmeğini yiyecektir; ama iyi bir gişe, iyi bir film anlamına gelmiyor ne yazık ki. Filmde, kırda ağır çekim esas kız ve esas oğlanın koşma sahnesi mi istersiniz, yoksa duygusallığa bulanmış lise dönemi gençlik dizileri tadında ki yakınlaşıp-uzaklaşmalarla dolu sahneler mi, hepsini bulmak mümkün; azda olsa başarılı tarafları da var hakkını yememek gerek, vampirlerin dövüş sahneleri ve makyajlar başarılıydı bence. Dönemimizin yüksek tirajlı sanatsal aktivitelerinin kilit noktası: “Pazarlamanın zaferi”, hayal kırıklığına uğrattı herkesi. Sinemada olmasada, 2008 yapımı 2 trajedi filmi var ki, bence izlenmesi gereken filmlerden: “ The Burning Plain” ve “Seven Pounds”. The Burning Plain/ Aşk Ateşi, iyi bir kurgu ve Charlize Theron ile Kim Basinger’ın harika performansları ile kusursuz hale gelen bir film; filmde farklı zamanlardaki olaylar arasında geçişler de oldukça başarılı. Filmin konusu, Sylvia’nın annesi ve Carlos’un babasının bir karavanda sevişirken yanmaları sonucu hayatlarının trajik bir şekilde değişmesidir. Seven Pounds/Yedi Yaşam: Will Smith’in başrolünü oynadığı film, bir trafik kazası sonucu hayatını adeta diyet olarak ödeyen Ben Thomas’ın hikayesini anlatıyor. Kurgusu ve oyunculukları başarılı bir film.

Tiyatrolarda yer bulmak neredeyse imkansız hale geldi, Devlet ve şehir tiyatrolarında istediğiniz oyunu izleyebilmek için biletlerin satışa çıktığı haftayı yakalamanız gerekiyor. Benim Kasım ayı tiyatro seçkim, "Rita'nın Şarkısı"ydı;Willy Russel'ın yazdığı oyunda, Çetin Tekindor , Tülay Günal oynuyor ve Işıl Kasapoğlu yönetmenlik yapıyor; sonuç, oyun tadından yenmiyor. Açık üniversiteye Hoca olan Dr. Frank ve hem zeki hem de zıpçıktı öğrencisi Rita’nın diyalogları içinde izlemeyene, anlatılamayacak kadar çok eğlence ve düşünce taşları var. Bu arada, benim bir dahaki biletim sonunda yer bulmayı başarabildiğim Sokratesin Son Gecesi’ne ; gözüme kestirdiğim bir diğer oyun ise Şehir Tiyatrolarında oynanan Shakespeare’in “CORIOLANUS” adlı oyunu.

Farid Farjad, nâm-ı diğer “Kemanı Ağlatan Adam” bu sezon ikinci kez Ankara-İzmir-İstanbul turnesinde. Turnenin İstanbul ayağı 11 Aralık’ta.

Piyasaya çıkalı epey oldu, çıktığından beri de keyifle dinliyorum ama elimde Mesnevi varken tadı başka olduğundan sanırım, sizinle de paylaşmak istedim bu keyfi. Mercan Dede'nin Mevlana'nın doğumunun 800. yılı için yaptığı (2007de) "800" albümü, yine Mercan Dede tadında mistik melodilerle örülü ve yine seçtiği sesler bazı şarkılarda ona eşlik etmiş. Halen "Nefes" albümünün bendeki yeri farklı olsada, bu albümün lezzetini de seviyorum; benim albümdeki favorim "Mercanistan" parçası, keyifli dinleyişler dilerim.

23 Kasımda başlayan Marc Chagall - Yaşam ve Aşk sergisi 24 Ocak’a kadar Pera müzesinde olacak.

Aksanat ve İşSanat’ın Aralık ayı programları oldukça dolu ve başarılı. Her zamanki gibi Aksanat seminerlere ağırlık verirken, İşSanat’ta konserler ön planda. AkSanat’ta kaçırılmaması gereken “Doğan Yaşat - Modernist Romanın Sınırlarında Okumalar” seminerler dizisi 10-26 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecekken; İşSanat’ta 7 Aralık günü Müşfik Kenter, Orhan Veli şiirlerini dillendirecek. Unutmadan İşSanat konserlerinde erken rezervasyonlara indirim var.

Soğuklar geldi, bir battaniyeye sarılarak ya da bir omza gömülerek DVD izlemek en garantilisi olsada, şehrin ritmini de kaçırmamak lazım. Yeni bir yıl kapıda, “Aralık”tan bakıyoruz şimdi ona, yeni başlangıçların herkese hoşça gelmesi dileğiyle…

Tuğba Makina - Aralık'09